Her ürünün bir ‘son kullanım tarihi’ vardır; kozmetikler, ilaçlar, yiyecek mamulleri... Direkt olarak söylendiğinde kötü ama insanların bile var!... Belki sağımızda solumuzda barkodumuz yok, ve hayattaki son kullanım tarihimizi bilmiyoruz, ama böyle bir tarih var! Peki ya mesleklerin???
Hemen hemen her mesleğin fiili bir çalışma yılı ve ülkelere göre üç aşağı beş yukarı aynı olan emeklilik yaşı vardır... Peki ya sanatçıların???
Niye mi sorguluyorm? Hemen anlatayım: Aslında bugüne kadar onların bir son kullanım tarihi olduğunu düşünmemiştim; yüzyıllar sonra dinlenen müzikler, okunan eserler... bana daha çok sanatçıların bir tek üretim tarihleri olduğunu ve insan bilinci aynı seviyede devam ettiği sürece, tüm bu isimlerin yaşayacağını kabul ettirmişti... Ta ki; bu yılki tiyatro festivalinde, çok büyük iki ismi izleyene kadar...
Aslında belki de son kullanım tarihi olayını “performans”a indirgersek daha iyi olur. Çünkü asıl mesele ‘sanatı icra etmede’... Evet, bu yıl, her zamanki gibi büyük isimler ve muhteşem eserler yer aldı Lefkoşa Türk Belediyesi’nin 8.Tiyatro Festivali’nde... Geçtiğimiz yıl olduğu gibi tüm oyunlara gidemedim, ama birkaç oyunu izleme şansına eriştim.
En çok merakla beklediklerim; Genco Erkal’ın tek kişilik performası ve Yıldız Kenter’in baş rolünü oynadığı kapanış oyunuydu... Artık ülkemize küçük gelen YDÜ AKKM’de gerçekleşecek oyunlar için haftalar öncesinden biletler alındı, iyi bir yerden izlemek için erken erken gidildi, herkese anlatıldı “Aman da daha önce hiç canlı izlemedim, çok heyecanlıyım”diye... Sonuç: Hüsran!!!
Önce, son zamanlarda pek sık görüşemediğim bir arkadaşımla “Kerem Gibi”ye gittik. Kolay mı tek kişilik performans, konu; Nazım Hikmet! Beklentim; gece sonunda yüreğimde hissetmek Nazım’ı; ‘Kerem gibi’... Işıklar söndü, tıs yok... ve sahnede “devleşemeyen” minicik yaşlı bir adam! Ve sözleri ağzında çiğniyor!!! Kelimelerin anlamını ön ve arka sözüklerden çıkarıyorum, her şiirini ezbere bilmiyorum ki!... Bir on dakika geçtikten sonra arkadaşıma fısıldıyorum “Ne söylüyor anlıyor musun?” kaşlarını kaldırarak bana olumsuz cevap veriyor... Allah’tan konu ve şiirler muhteşem de gece bir anlamda kurtuluyor... ve tabii klasik ayakta alkışlamalar...?!
Daha sonra, biraz da yaşamış olduğum hayal kırıklığının “tekerrür” etmesi korkusula, annemle Yıldız Kenter’in “Kraliçe Lear” oyununa gidiyoruz... yok yok Yıldız Kenter kelimeleri yutmuyor J ... ama onun da ne dediği duyulmuyor! Acaba ses sisteminden mi diye düşüşünüyorum... ancak diğer oyuncunun sesi gayet net geliyor... Yüksek volumlü olunması gereken yerlerde ses normal, fakat ‘iç konuşmaların, çekişmelerin’ olduğu anlarda; ki bunlar oyunun can damarları, ses ancak bir fısıltı... “Hay haşem tiyatroya geliyorum, sözlerin üçte birini tahmin ediyorum”... Nasıl?
Her iki “dev isim” de, kesintisiz hareket halinde... belki de kendi yaşıtlarının kalp çarpıntısı geçirebileceği tempoda, hatta Kenter amuda kalkıyor; ‘bize ne kadar formda olduğunu’ gösteriyor da... Ben sıradan bir izleyici olarak, bu insanlarla hiç bir ilişkisi olmayan ve her izlediği oyunu hissetmeye çalışan bir tiyatro sever olarak, oyun sırasında “son kullanım tarihlerini” düşünmeye başlamışsam... ne fayda!
İşte bu durumda, izleyicilerin iç düşünceleri ve alkışları çelişirken, illa ki sahnede olmaya devam edeceğim egosuyla “devlikten”, “yıldızlıktan” vazgeçenler... Genco Erkal, genç bir oyuncuya el verseydi bu oyunda, veya Yıldız Kenter 80 yaşındaki bu rolü 25 yaşındaki öğrencisine oynatsaydı “devlerin devi” olmayacak mıydı?...
28.09.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder