Hayatta hepimizin bir beklentisi, hatta birden çok beklentisi var. Sadece kendimiz için değil, tüm değer verdiklerimiz için. Ve bu doğrultuda gerçekleştirdiklerimiz her ülkede, her ekonomik sınıfta, her tarihte bir şekilde parallellik gösteriyor. Yazın ailesiyle iyi bir tatil yapmak isteyen beyin cerrahının da, doktorumuz tatil yaparken aynı sahilde, kızgın güneşin altında çalışan garsonların da işlerini yaparken beklentilerinin paralel olması gibi; para kazanmak!
Bazen bu beklenti karmaşaları ve hayat parallellikleri tüm gaz bizi kontrol ederken, bişey oluveriyor veya karşınıza öyle biri çıkıveriyor ki; anlık farklılaşmalar yaşıyoruz... İşte ben de geçtiğimiz haftalarda böyle bir aralanma yaşadım, durmaksızın akıp giden hayatta.
Yer Bodrum, aylardan Ağustos, hava sıcak, deniz serin, insanlar tüm sıkıntılarını biryerlere bırakmış gelmiş sahile, kimi tavla oynuyor, kimi kitap okuyor, belli bir yaş grubu babamın değişiyle sahilde promenade (fransızca: yürüyüş) yapıyor kendini göstermek için. Denizde belli bir mesafede yatlar demirlemiş; üst ekonomik sınıf böyle gözler önüne seriyor yaşam standartlarını.
Kahkahalar veya sohbetler duyuluyor yan şezlonglardan, ve kumda ayağı yananların koşuşmaları arka fondaki müziğe eşlik ediyor; komik bir dans gibi... Hayat güzel, insanlar güzel diyorum, içimde nedensiz bir mutluluk; çakır keyif olmuş gibi. O an tek düşüncem ne zaman denize gireceğim; kahve öncesi mi? sonrası mı? İşte ben bu büyük problemimi çözmeye çalışırken sahilde yürüyen bir adama takılıyor gözüm; biletçi amca (milli piyango). Pazardan aldığı siyah ayakkabıları, gri pantalonu, uçuk mavi gömleğinin altında göbeğinden belirgin olan beyaz atleti, güneşte yürümekten kızarmış kolları ve yüzü, beyaz milli piyango şapkası ve siyah çantası. Zorlanarak yürüyor sahilde ama bir umutla; bugün sahil çok kalabalık, belki iyi bir satış olur, eve giderken yarım kilo et alırım.
Şemsiyelerin arasında kaybolana kadar izliyorum biletçi amcayı, sonra arkadaşlarıma dönüp “ben denize giriyorum” diyorum, kahvemi çıkınca içeceğim. Yüzüyorum, dalıyorum, su çivi gibi; oldukça serin. Gün böyle devam ediyor, tek derdimiz “bu akşam nereye gidelim, kimi dinleyelim”... saat artık 6 buçuk, yarın devam ederiz bu keyife diyoruz, toparlanmaya başlıyoruz, hazırlanmamız lazım; akşama rakı-balık ‘yapcaz’. Sallanarak yürüyoruz neşeli bir sohbetle; eski aşklar, küçük kaçamaklar anlatılıyor, kikirdeyerek yürüyoruz; yetmiyor ki günler geceler paylaşmaya, eğlenmeye...
Karşıdan o geliyor, sabahki biletçi. Sendeliyor...düşecek gibi...tüm gün kaç kez gidip geldi acaba sahil boyunca bu sıcakta? Kaç çocuğu vardır acaba? Bugun yeterli para kazanmış mıdır? Ayakları artık onu taşımıyor, gömleği ter içinde, kaşları ve omuzları düşmüş. Nedensiz duruyorum, sanki bişey yapmam gerekiyor gibi bir his var içimde, bir de garip bir hüzün. “Hadi” diyor arkadaşım “yürüsene!” ve öndeki gruba yetişiyor. Hareket ediyorum ama çok yavaş. Onun evini hayal ediyorum, yaşamını, yüzünü görmeye çalışıyorum çocuklarının, karısı yemek pişiriyor mutfakta, etsiz... nohut ya da kuru fasulye...
“Yarın yelkenliyle Datça’ya gitcez!!” diyor arkadaşlarımdan biri ve zihnimdeki resim bulanıyor... o an bir ikilem; düşüncelerim sanki benim dışımda bir savaşta... Biletçi amcanın evinin içinden bir yelkenli çıkıyor... yarın ne giysem acaba... “Kaçta kalkıcaz?”
19.08.2010
19.08.2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder