27 Aralık 2010 Pazartesi

V e d a . . .

Ayşe Kulin’nin “Veda”sını okuyorum akşamları... tüm güne veda edip, uyukuya dalmadan önce... Bir ülkenin, bir şehrin, bir konağın, bir Osmanlı’nın, bir Kurtuluşçu’nun, bir ‘aşkın’ ve bir ‘sevda’nın vedasını... Ayrılmak, farklı yollarda devam etmek, arkaya bakmamak zordur aslında... Karar verirsin ‘veda’ya ama, bazen kalbin, bazen de beynin zorlaştırır bu olayı sana... Göz yaşı, ve buruk bir yürek, yoldaş olur bu ayrılığa, sonra “Her son, bir başlangıçtır” dersin, ve devam edersin yoluna...
Ancak, her ayrılık acı değildir; eski bir yaşa, veya sonlanan yıla veda etmek, hiç de hüzünlü yaşanmaz hayatlarımızda... Yeni yaşı, ve yeni yılı coşkuyla kucaklarız, her 365 günlük dönümün ardında... Hediyeler alırız sevdiklerimizden, ve çeşitli kutlamalarla ‘kolay unutulmaz anılar’ yaşamaya çalışırız heyecanla...
Ama nedendir bilinmez, özel kabul edilen bu günlerde, bazen özensiz davranır karşımızdaki kişiler... Siz, her detayı ince ince planlarken, hediye olarak her yıl tekrarlanan bir objeyi, veya hediye edilmiş ama beğenilmemiş bir armağanı alabilirsiniz; “dolaşımda olan hediyeler”den birini; bir arkadaşımın da dediği gibi!.. Nasıl canım sıkılır böyle durumlarda!!! “Özenmiyorsan, hiç alma!” demek gelir içimden... Fiyatı, markası, büyüklüğü hiç önemli değildir, ama, benim için zaman harcanmamış, düşünülmemiş hediyeleri almak da çok anlamsızdır aynı zamanda... Ben, eski yıla veda ederken, 5 hafta öncesinden armağan listemi hazırlar, her isim için ayrı ayrı düşünürken, üzücüdür aynı ihtimam gösterilmiyorsa bana L...
Özensiz başka bir konudan daha bahsetmek istiyorum, beni rahatsız eden yıl vedalarında. Eski – yeni yıl geçiş seremonilerinin vazgeçilmezi olan; “dış mekan süslemeleri”dir bunlar!.. Mağazalar gibi caddeler, elektrik direkleri ve çemberler süslenir, yerel sorumlularca. Özel işletmeler, sahiplerinin ve yetkililerinin zevkine göre konsept değiştirebilir, ama, herkesin ortak kullanım alanı olan yollardaki süslemelerin daha planlı, daha itinalı hazırlanması gerekmez mi böyle zamanlarda??? ‘Kaş yapayım derken göz çıkaran’ bu süslemeler, gerçekten de gözümüzü çıkarıyor, yine bu yıl tüm güzergahlarda... Ne bir mesajı var, ne de bakış açısı, sadece bir görüntü kirliliği, o kadar!!!... Son 2 gün içinde, 3 büyük yerleşim merkezine gitmem gerekti, ve dönüş saatlerim hep akşam, güne veda ettikten sonra oldu. Gün içinde ışıklandırılmadığından anlamsız ve cansız duran konstrüksiyonlar ve yapay ağaçlar, akşamları ışıklandırıldığında da pek hoş görünemedi gözüme, hayal kırıklığım yine hat safhada... Sağda bir ağaç, solda bir daire, kenarda bir elektrik direği ve onlara sarılmış ışıklı kablolar... ‘Belki hiç yoktan iyidir’ diyeceksiniz ama, madem ki elimizde bu kadar çok kablo ve ağaç var, niye daha iyi aranjmanlar yapılmıyor, hep bir zevksizlik örneği tekrarlanıyor, tüm yıla vedalarda...
2010’da son demleri yaşarken, ve A. Kulin’nin ‘Veda’sını sayfa sayfa hissederek okurken...Her vedadan sonra, yeni bir yaşa ve yeni bir yıla girer gibi, coşkuların ve yeni heyecanların yaşanmasını dilerim... 2011’de tüm dilekleriniz gerçek olsun, “veda”larınız mutlu olsun...
Sevgiler...

23 Aralık 2010 Perşembe

Ben Büyüyünce...

“...........................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................”
Önce paragraflarca yazdım “Ben Büyüyünce...” diye , sonra silip hepsini şunları yazdım, aslında sadece kendime, büyüyünce neyi farkettim diye;
En içten yol arkadaşları, ilk okul yolunda,
En yakın görünenler, çok uzakta,
En gerçek ise, sadece “ana”mdaydı...

En zor, gerçekte,
En ağır, sözde,
En acı ise, pişmanlıkta yaşanmaktaydı...

En güzel, ona varıldığında,
En iyi, beklenmedik anda,
En mutlu ise, sadece kalpte var olduğundaydı...

21 Aralık 2010 Salı

Y o r g u n . . .

Yorar hayat insanı, yaşam uzun, ya da kısa...
Tüketir zamanı, durmadan düşünmek her anda...

En büyük aydınlanma, şudur nefes sonunda;
Hala bir şey bilmiyorsundur, öğrenmek için uğraşsan da...

Asıl bilmece ‘kendindir’ çözmen gereken bu yolda...
Ve bazı ipuçları verir yaşam sana;
Ruhun ağlar, ya da kalbin neşe dolar bazı anlarda,
Ama tutamazsın onları, hep istesen de yanında...

Günler, mevsimler su gibi; taneler akarken camda...
Yoruldum... Koşarken ardında, yetişmek için sana.

19 Aralık 2010 Pazar

Koç Balığı (!?)

Kaç tür balık vardır acaba? Ve dolayısıyla kaç yaşam şekli?... Bu, astrologların da aklını karıştırmış olmalı ki, Zodyak’ın son burcu balık için, ‘Tüm burçların özelliklerini barındırır’ derler; tabii inanıyorsanız yıldızlara...
Her ne kadar tüm gezegenlerin enerjileri, ve bu enerjilerin etkileme alanları olduğuna inanıyorsam da; aynı ayda doğan herkesin, benzer olayları yaşayacağı düşüncesi bana biraz uzak gelmişti ilk başta... Sonraları, gerçek astoloji haritalarının, kişiye özel, doğum saati ve hangi eylem-boylamda dünyaya geldiği bilgisiyle yapıldığını öğrendim, bu durum matıklıydı ne de olsa... ama ciddi ücretlerle yapıldığını öğrenince bu çalışmanın, gazete ve dergilerde yazan yorumlarla yetinmek daha doğru geldi bana...
Doğum ayı olarak ‘Balık’ burcuyum, doğum saatine göre hesaplanan yükselenim de ‘Koç’... Yok yok merak etmeyin, bu bir yıldız falı yazısı değil J... ‘Balıklık’ ve ‘Koçlukla’ ilgili bir ilişki yazısı!...
Balıklar, malumunuz, suda yaşar, kendi aralarında iletişim kurdukları bir dil olduğu söylense de, bizim duyabileceğimiz bir ses değildir bu, en yırtıcısı bile sessizdir... suda süzülür, kaybolur gider... Koçlar ise, inattır, sen çekersin, o çeker, bir taraf kazanana kadar... Kükreyen cinsten değildirler ama, balıklara göre daha sesli, daha tutulabilirdirler, ne de olsa...
İşte, benim de her tür ilişki için takındığım iki farklı profildir ‘Balık’la, ‘Koç’! Ne dediğime önem vermeyen, gerçekten beni tanımak istemeyen, akvaryuma bakar gibi seyre dalan, benimle gerçek bir iletişim kuramayanlar için Balık olurum ben: Çok konuşmam, çok anlatmam, beni tutmasına pek izin vemem, sıyrılır giderim elinden... Böyle durumlarda gerek yoktur çünkü ayak diretip karşındakine kendini anlatmaya... ne demişler “anlayana sivri sinek, saz” yeterlidir... Ama karşımdaki insan, uğraşıyor ve çaba gösteriyorsa, emek veriyorsa, o zaman sessiz balık olmak da yakışmaz... Düşünceleri açıklıkla, dobra dobra söylemek gerekir. Ne de olsa amaç ‘gerçek’ bir iletişim kurmaktır, tüm resmi görebilmek ve yorumlamak... Bu durumda, iki profille ben bir "Koç Balığı" oluyorum...
Her ne kadar, tüm ilişkilerimizde ön yargısız olmamız gerekiyorsa da, tavsiyem; boşa zaman ve emek harcamamak gerek, sizi ‘Balık’ gibi görene. Belki siz bir yunussunuzdur, ya da ahapot, belki katil balina, belki mürekkep... ama karşınızdaki sesinizi duyamayacaksa, siz de süzülün suda uzaklara... Ama köprüde karşılaşmışsanız bir keçi ya da ‘Koç’la, ortak yolu bulana kadar ayak diretebilirsiniz orada... Ne o vazgeçecektir, ne de siz bu yolda...
Yıldız falı ile başlamışsak bu yazıya, yarı şaka yarı ciddi, biraz da yorum yapayım burçlara:
KOÇlar, ilgi odağı olmayı sevenler...
BOĞAlar, güzel ve kırmızıdan vazgeçemeyenler...
İKİZLER, tek kişilik konuşmanın çok ötesinde olanlar...
YENGEÇler, duvarları yüksek sevenler...
ASLANlar, sanıldığı gibi kükremeyip, strateji kuranlar...
BAŞAKlar, sevgisini gösteremeyenler...
TERAZİler, dengeyi kovalayıp, yakalayamayanlar...
AKREPler, hiç soktuklarını anlamayanlar...
YAYlar, ayakları yere basmayanlar...
OĞLAKlar, kebabı gibi, sözü de sert olanlar...
KOVAlar,her seferinde cebinde başkası olanlar...
BALIKlar, hepsi & hiçbiri.

17 Aralık 2010 Cuma

SIR !!!... yok

Hayatımızda uzun – orta ve kısa vadeli olmak üzere bir çok kişiyle, çeşitli diyaloglar kurarız; bazısı profesyonel, bazısı kişisel veya toplumsal, kültürel veya duygusaldır... Bu durum, dünyanın her yerinde ve her an süregelmektedir. Kimi diyalog “misyonunu” tamamlar ve son bulur, kimi başka bir forma dönüşür... Belki bir dost edinirsiniz sonunda, belki de bir düşman... Zaman böyle geçer gider...
Diyalog kurmak, daha doğrusu kurabilmek her tür ilişkide ‘devamlılık’ temelidir, ve iyi diyaloğun ilk şartı “doğruluktur”! Her ne kadar ‘Söz uçar gider, yazı kalır’ dense de, ağızımızdan çıkan her kelime, yaptığımız her mimik, sergilediğimiz her tutum, yazdığımız her yazı, bağlayıcıdır devamlılıkta...
Çok çok uzun zaman öncesinde değil, 5 yıl gibi bir süreçte, yaygın bir diyalog şekli daha girdi hayatlarımıza, aynı zamanda da büyük bir ‘kontrol’ mekanizması! Her sözün, her yazının, her tutumun, hatta ve hatta her duygunun konfirmesini veren “Sosyal Paylaşım Siteleri”!!!
Önce ‘msn’le başlayan, ‘bloglar’la devam eden ve ‘twitter’ – ‘facebook’la zirve yapan, yeni diyalog merkezlerimiz... Resimlerinizden, yazdığınız statü güncellemelerine, okuduğunuz kitaptan, o günkü ruh durumunuza... her bilginin var, ve ulaşılabilir olduğu kaynaklar!!!  ‘İlişkiniz mi bitti “ilişki” güncellemenizden 300 – 500 kişilik, hatta bazı profillerde 1000 kişilik bir grup anında öğreniyor son gelişmenizi!.. İş değiştirdiniz... hooop bilgi tüm listeye ulaştı... bir yerde mi eğlendiniz; hemen eğlence yerinin albümünde isimlendirildiniz ‘Vay vay vay!!! Bak kimlerle eğlenmiş?!?!’...’
Böyle hızlı bir sistemde, hepimiz sadece 'birer bilgi' olarak dolaşıp, güncelleniyoruz haliyle... Ama benim “garip”, aynı zamanda da “manasız” bulduğum bazı durumlar da olmuyor değil hani!.. Mesela bir program yapıldı, birisi ufak bir yalan söyleyip, başka bir organizasyona katıldı... O, istediği kadar saklamaya çalışsın; ortak başka bir arkadaşın profilinde; “A, B, C’ye çok teşekkürler, süper eğlendik!” diye bir güncelleme :p... veya tüm arkadaşların davetli olmadığı bir yemek; D bir şey söylemiyor, E’nin profilinde resimler! Hesapta “organize işler” ama Allah aşkına bu dönemde ‘sır’ kalır mı sanal alemde!!!
Dolayısıyla da diyaloglar etkileniyor bu mekanizmadan; bilgi gizlenen veya yalan söylenen taraflar, adım adım gerçekleri kovalarken, sessiz kalıp izliyor karşı tarafı. Diğer taraf ise bazen ne olduğundan habersiz, bazen de hissedilen bir rahatsızlıkla; ya bilmiyora, anlamamazlığa getiriyor, ya da yeni bir ‘hikaye’ yazıyor, kurtarmak için durumu...  
‘Doğruluk’ kalkıyor ortadan; takipler ve manevralar izliyor birbirini, ve sonuç olarak da ‘diyaloglar’ kelime anlamı dışında kalıyor; güven sarsılıyor, kimse eskisi gibi olmuyor... Yunus Emre’nin de dediği gibi; “Cümleler doğrudur, sen doğru isen. Doğruluk bulunmaz, sen eğri isen”.

16.12.2010 

14 Aralık 2010 Salı

Aşk mı???

Kaç tane aşk şarkısı biliyorsunuz? Kaç kez biri için aşık olduğunuzu itiraf ettiniz kendinize, daha da zoru ‘ona’?.. Aşk zor mudur? Kolay mıdır?... Bir çok aşk yazısı yazılabilir, konuşulabilir... hatta aşk şarkıları ile içilir, kederlenilir... Peki bu kadar karmaşık mı aşk? Bu kadar güçlü mü?..
Tecrübeyle de sabittir ki; aslıda aşk, ani oluşan bir duygudur, sebebi yoktur, hemen tanırsınız; artık hangi salgı bezleri beyinde harekete geçiyorsa... Çok düşünmeden anlarsınız, isimlendirirsiniz oluşan bu durumu... Ancak geldiği kadar da hızlı gidebilir, yok olabilir bu etkiler... Bunu sadece ben değil, bilim adamları da söylüyor: “Aşk en çok üç yıl salgılanması devam edebilen, beyindeki bir bezin fonksiyonudur” diye!...
Süreci o kadar önemsediğimden değil de, benim takıldığım asıl konu, bu arada yaşananlar... Yani, aşk bio-kimyasal sürecini doldurduğunda, sevgiye dönüşüp, kalbimizde yerini alabiliyor mu?... Ki çok da fazla rastanan bir durum değil bu.
Normal süreçte; bir elektrik, bir alev, bir tutuşma ile başlayan aşk, ihtiras ile devam ederken, sevgiye dönüşümünü gerçekleştiremezse, '20’li yaşlarda kavgalar, telefona cevap vermemeler ve arkasından konuşmalarla', '30’lu yaşlarda ise tartışmalar, karşı tarafın hoşlanmadığı kişilerle görüşmeler ve biz devam edemedik ama rastlaşırsak ayak üstü konuşuruz' şeklinde son bulan bir durumdur...
Tabii ‘şanslı’ vakalarda, bio-kimyasal etki devam ederken “sabır”, “anlayış”, “çaba”, “güven”, “mantık” ve yaşanan her olayda takınılan “tutum”, seyrini değiştirir bu sürecin... İlk başlarda sadece aşıksınızdır, sevip sevmediğinizi belki de tam anlayamazsınız... Çünkü sevgi, ‘neden-sonuç’larla oluşur. O insanın sadece varlığı değil, her sözü ve her hareketi, yanınızdaki duruşu, sadece ne söylediği değil, bir şeyi söylerken ne hissettiği ve nasıl hissettirdiği açar kalbi sevgiye!
                Aşk bir büyük dalgaysa, deniz, sevgidir!
                Aşk nadide bir çiçekse, toprak, sevgidir!
                Aşk kuvvetli bir yağmursa, gök, sevgidir!..

Buraya kadar hemfikirsek, şimdi “affili” soru geliyooorrr!!! Aşk geçici bir durumsa, ve asıl aradığımız sevgiyse, aşıkken geçirdiğimiz zaman bir ‘kayıp’mı? Aşk peşinde koşarken görmezden geldiğimiz sevgiler, kaçırdığımız değerler oluyor mu?
Bir düşünün... Kaç aşk bıraktınız arkanızda, ve nasıl hissettiniz zamanla... Güçlü hisler köreldi, anılar kaldı hatıralarda... Ama kayıp bir sevgiyse hayatta, hep hissedilmedi mi yokluğu ve acısı her anıldığında?..
14.12.2010  

12 Aralık 2010 Pazar

Bir konserin ardından... “IN’ler ve OUT’lar”

Bu Cumartesi biraz farklı olsun dedik, ve yemek + bir yerlerde takılmak yerine, konsere gitmeye karar verdik. Bu kış ilk kez soğuğu hissettiğimiz Girne gecesinde, uzun yıllardır dinlemediğimiz ve konserine çok büyük beklentilerle gitmediğimiz, Teoman için yollara düştük...   
Yaş ortalaması 20 olan konser salonunda, kendimize sahne yanında ve bar önünde bir yer bulurken, bundan 10 yıl önce, Teoman’ı bir sahil konserini dinlediğimiz zaman biz nasılsaydık, öyle gençler vardı etrafımızda; eğlenmeye hazır ve heyecanlı... Yani dinleyici yaş ortalamasında pek bir değişiklik olmamıştı... Belki de şarkıcı da 10 yıl önceki yıllarda 20’li yaşlarında olduğundan ve daha sonra ciddi bir üretim yapamadığından, bu yaşlardaydı genelde konserine gelenler de... Kendini, aşkı ve daha bir çok şeyi keşfedenlerin zamanı...
Şarkılar, eski şarkılardı; çoğunda melankoli ve ayrılık acısı olan, ki gençlerin de hissederek eşlik ettikleri belliydi bu duygulara... Belki bazı şeyleri aşmış bizler kadar çok eğlenemediler ama, büyük bir koro olarak yankı yarattılar salonda... “Senden önce, senden sonra” ise en çok alkışlanan şarkıydı...
Kıravat, yelek ve kumaş pantalonla sahne alan, ve rock söyleyen Teoman’a, iç çamaşırı giymiş ve gerçek dansçı olmadıkları vücutlarından belli olan kızların eşlik etmesi, daha sonra elektro gitar çalan sıfır sıfır sıfır beden olan müzisyenin soyunması ile ne gibi bir sahne kompozisyonu amaçlandığını anlamak pek kolay değildi aslında ama... hayatta her şeyi anlıyor muyuz ki?..
Müzikler yeni olmamasına karşın, kesinlikle dinlenebilirdi! Ayrıca Teoman-ekibinin, dinleyiciyi önemseyen tavrı da gerçekten ‘takdire şayandı’. Müzik teknisyenleri için, siyah brandalarla kapatılmış sahnenin yan tarafı, bizim sahneyi görebilmemiz için, hiçbir talebimiz olmamasına rağmen açıldı mesela...
Gece yarısı başlayan ve 2.5 saat süren konser sonrasında, yorulan tabanlarımla, araba kullanmak zordu, alkol kontrolündeki polisler ise şaşırtıcı derecede kibar, ve Boğaz’dan Lefkoşa’ya doğru inerken, şehrin ışıkları ışıl ışıldı, Candan çalıyordu; “Bahar”, işte tam bu anda...
Teoman Konseri sonrası IN’ler ve OUT’lar
  • Karizmatik olmadan da yapılabilen iyi sahne performansı IN
  • Sahnede içki içiliyor diye alkışlayan ve tezahürat yapan dinleyiciler OUT
  • Orkestrasız  solo performans IN
  • Serdar Ortaç özentisi dansçı kızlar OUT
  • Kontrollü alkol alımı IN
  • Yasak olmasına rağmen, konser salonunda sigara içilmesi - sahnedekiler dahil OUT
  • Kontrast kıyafet seçimi IN
  • Sahnede soyunan elektro gitarist OUT
  • Sahnedeki grup uyumu IN
  • Yeni şarkı üretmemek OUT
  • Rock konserine doğru kıyafetle gitmek (jean, t-shirt ve converse) IN
  • Rock konserine topuklularla ve bar kıyafetleri ile gitmek OUT                 

12.12.2010         

Tenin Kokusu


Geçen gece uyku tutmadı,
Önce saatlerce tavanı seyrettim sonra uyumaya çalıştım.... ama nafile, başımı yastığıma gömmüş, uyku moduna geçmeye uğraşırken yastığımdaki "kokumu" duydum.
Aslında çoğumuz kendi kokumuzun farkında bile değilizdir, kendimizle ilgili birçok şeyin farkında olmadığımız gibi!
Sonra uykusuzluğuma bir de bu eklendi ve sabahı buldum böylece.....

"Koku" ve ona bağlantılı herşey daha biz doğmadan hayatımızı etkilemeye başlamıyor mu?
"Anne kokusu" mesela, hangi yaşta olursak olalım, daha ana rahmindeyken ilk duyduğumuz koku! Ve üzerinden yıllar geçse de beynimize öyle işlemiş oluyor ki her duyduğumzda bizleri rahatlatıyor.
Ve hayatımızın her alanındaki diğer kokular....
Kışın yolda yürürken duyduğumuz sıcak simit kokusu! Kahve kokusu! Veya bir çocuğun eve geldiğinde duyduğu kek kokusu.....

Aslında sevdiğimiz her insanın kokusunu da severiz,
Sevgilimiz, arkadaşımız, dostumuz ve bizi iyi hissetiren herkes.

Geçtiğimiz yıl Ankara'ya uzun zamandır görmediğim bir arkadaşımı ziyarete gittiğimde, çantamdan kazağımı alıp kokladı ve "ne güzel sen kokuyor" dedi. Bunu duymak o anda sadece hoş bir iltifatmış gibi gelmişse de şimdi düşünüyorum da kokumu seven biri bana gerçekten değer veriyor demektir.

Ben işte bunları düşünerek hala daha uyumak için kendimi zorlarken bu kez "insanoğlu"nun kendi dışında herşeyin kokusunu daha iyi tanıdığı düşündüm, yastığımı biraz daha kokladım ve "evet ben bu kokuyu" seviyorum dediğimde başka bir şey takıldı aklıma; acaba bizler diğer insanları kokularına göre biliçsizce severken en çok bizim kokumuzdaki insanları mı seviyoruz? Yani aslında aradığımız kendi "tenimizin kokusu" mu? Bizler bizden olanı mı sevmeyi tercih ediyoruz? Aslında arayışlarımız kendi kokumuzu başkasında aramaktan başka birşey değil... mi?
"Gözden uzak olan gönülden de uzak olur" derken acaba uzakta olan birinin kokusunu da duyamadığımız için mi gönlümüzden de uzaklaşıyor?

O halde bundan sonra sesimiz gibi az tanıdığımız kokumuzu biraz daha duymaya çalışmalıyız böylece hem kendimizi hem de biliçsizce sevdiklerimizi daha çok hissedecegiz......

05.02.2007

Mermerci Sendromu

Magazin haberlerini okumak, eskiden beri beni dinlendiren, ciddi konulardan uzaklaştıran ve yeni ‘trend’leri öğrenmek için başvurulan iyi bir yol olmuştur hep. Televizyon dedikodu programları ne kadar sıkıcı gelirse, gazete eklerini okumaksa o kadar eğlencelidir benim için... Ancak burada yanlış bir anlaşılma olmasın, Kıbrıs’taki ‘çakma sosyete’den bahsetmiyorum;  her gün gördüğümüz ve sahte çanta ve takılarla dolaşan, birkaç casino programına gitti diye, ve yerel gazete veya tv’ye hasbel kader görüntü verdi diye kendini Caroline Koç veya Kate Middleton zanneden... ne demek istediğimi anladınız...
“Cemiyet Hayatı”nın Türkiye’de en çok takip edilen ailelerinden biri de Mermerci Ailesi’dir. Ender Mermerci’nin eşini kaybettikten sonra, kızları ile birlikte yaşadığı son yirmi yıllık dönemi, ister istemez herkes en az bir kez okumuş veya duymuştur... ve tabii Yosun – Tansa ve Derin Mermerci kardeşlerin yaşadıkları aşklar, evlilikler, giydikleri kıyafetler, kısaca 24 saatlerinin 24 saati, haber malzemesi olmuş ve olmaktadır... Bu güne kadar hiç internette arama yapmamama rağmen, Cem Uzan – Derin Mermerci ilişkisinin Wiki-Leaks’den sonra, yeni gündem maddesi haline gelmesi, benim bu aileye merak duymama neden oldu... Kimdi bu insanlar? ve bu şaşalı hayatı nasıl sürdürüyorlardı?...
Kısa araştırma sonrası veriler: Merhum baba iyi bir para bırakmış, ve o para da parayı çekerek artmış... Yani bahse konu aile şu anda ‘yiyor, içiyor, geziyor, tozuyor, eğleniyor, alış veriş yapıyor’ ve başkalarına göre ister sonucu sansasyon olsun, ister skandal, hayatı gönüllerince yaşıyor... En azından dışarıdan görüneni böyle...
Eh... Bu resim de az çekici değil hani! Sabah kalkıp, hiçbir sorumluluğun olmadan istediğin gibi yaşıyorsun;  “Hadi bu hafta sonu Roma’ya gidelim”, “Hadi Paris Moda Haftası davetlerine olumlu cevap verelim”, “Boat Show’dan yeni yat alalım”, “Sevgilime 50 bin Euro’luk saat alayım” gibi... Böyle bir durumda; ne ekonomik kriz etkiler sizi, ne politika, ne fırtına, ne kasırga...
Okuduğum birkaç yazıda; Türkiye için yurt dışında, bağlantılarını da devreye sokarak, lobicilik çalışmaları yaptıkları, çeşitli vakıf ve derneklerde çalıştıkları, iyi eğitim aldıkları gibi bilgilerle karşılaşmış olsam da, tahmin edebileceğiniz gibi, sosyal hayatları hep önde olmuş bu ailenin... Ve hep ‘Zenginin malı, züğürdün çenesini yormuş’...
Aslında belki de bu bir sendromdur... Nasıl ‘Aşk-ı Memnu’ dizisi sırasında, millet ‘Bihter’ takıları ve kıyafetleriyle bir ‘özdeşleşme’ yaşamaya çalışmışsa, belki de yaşanmak istenen, rahat, sorunsuz hayatları izlemek de böyle bir etki yaratıyordur... Güzel ve iyi ‘görünen’, her zaman arzu edilmiş, ve tabiri caiz ise taklit edilmiştir; çakmaların yaptığı gibi!
1933 yılında Cemal Reşit Rey’in bestelediği “Lüküs Hayat Opereti” üzerinden 80 yıl gibi bir süre geçmiş olsa da, hem Operet hala popülerdir, hem de yaşanan ‘janjanlı’ hayatlar....
Şişli'de bir apartıman
Yoksa eğer halin yaman
Nikel-kübik mobilyalar
Duvarda yağlı boyalar

İki tane otomobil
Biri açık, biri değil
Aşçı, uşak, hizmetçiler
Dolu mutfak, dolu kiler

Hanım gider, sen gidersin
Gündüzleri çaydan çaya
Gece olur, davetlisin
Ya dineye ya baloya

Hey
Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey
Oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat

Yaz gelince adadasın
Mayo giymiş kumlardasın
Etrafında güzel kızlar
Canın çeker, burnun sızlar

Hanım motorla dolaşır
Hanım serbest, kim karışır
Takarsın şeyleri bazı
Dünya böyle sen ol razı

Sen de kendi hesabına
Topla akşam etrafına
Sarıları, esmerleri
Kır şampanya kadehleri

Hey
Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey
Oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat
 

04.12.2010

Gitmeli miyim?


Gitmeli miyim?...
...
Gitmeli miyim?... Bilmiyorum...

Gitsem, seni de götürür müyüm yanımda?
Yoksa bırakabilir miyim ardımda?...

Senden mi gitmem lazım? Yoksa kendimden mi?...
Dinmesi içi sızımın...
O derin, içten ağrıtan sızımın...

Gitsem, biter mi bu ağrı?
Yoksa artar mı?...

Belki de yana yana sönecek bir ateştir bu...
Gitmeden..., sadece benden gitmesini bekleyerek...


29.11.2010

Papatya Falı

Seviyooor... sevmiyor, seviyooor... sevmiyor, seviyooor... Hepimiz papatya falına bakmışızdır, en azından çocukken. Belki jenerasyonlar geçmedi ama, benim 3-4 yaş dönemimde ailecek piknik yapmak, deniz kenarına gitmek gibi doğa ile daha iç içe yaşam söz konusuydu... Bırakın ilk okulu, bigisayarla orta okulda tanışmış bir kuşak olarak, vazoda, kitapta, monitörde değil, doğada tanıdık çiçekleri, böcekleri... ve tabii papatyaları...
Bir kaç gündür aklıma geliyor papatya falı, bir çok boyutta hem de... Yani hayatımızda hep seçimler olmuştur; Matrix filmindeki mavi hap ve kırmızı hap gibi... Kararlarımız ve inandıklarımızla sürekli olarak yeniden yönlendirir, yeniden yapılandırırız yarınımızı... Ve  papatya falı kadar da kolay değildir bu adımlar, çünkü çiçeğin o beyaz ve yumuşak yapraklarını tek tek koparırken, istediğimiz şekilde sonlandırabiliriz bu “oyunu”; son yaprağı kopararak veya bırakarak...benim çocukken yaptığım gibi J... Ama hangi yaşta olursa olsun, kendi seçimlerimizle hayatımızı yönlendirmeye başladığımızda, bazen “kuşku”, bazen “şüphe” ve bazen de “keşke” eşlik eder bize... O yüzden önemlidir gerçekten ne istediğimizi ve ne hissettiğimizi anlamamız, en azından anlamaya çalışmamız... 
Ve bunun cevabı, sadece ve sadece bizdedir, içimizde... Birinin bize doğruyu göstermesini veya söylemesini beklemek çok da doğru bir yol değildir aslında... Çünkü hayat, hisler ve seçimler kişiseldir; papatyadaki son yaprağı bırakmak veya koparmak gibi... Sadece çiçeği tutanın kararı olmalıdır bu, nasıl mutlu olacaksa... Kuşku, şüphe ve keşkelerin olmadığı bir hayat istiyorsak bu sorumluluğu almamız şarttır!
Bu yüzdendir ki, başkalarının bizim için yazdığı senaryoları yaşamamalıyız. “.... böyle olursa, bunun sonucunda bu olacak, sen böyle hissedeceksin, sonra bu şöyle sonlanacak....” gibi bir ‘öngörü’ ile her gün karşılaşmamız olasıdır, ve maalesef ‘doğruyu’ yaptığını, söylediğini düşünen kişiler sadece elinizdeki yaşamı sizden almaktadır, çünkü bu, sadece sizin papatyanızdır...
Doğru; sizin doğrunuz, yanlış; sizin yanlışınız olduğu sürece, fal sadece bir oyundur, biraz renk, biraz ahenk katan hayata... ve gerek yoktur o zaman sormaya; “Seviyooor... sevmiyor, seviyooor... sevmiyor, seviyooor...” diye... 
28.11.2010

Sessiz Sızı

Fırtınalar yaratmam sende,
canını yakmam...
Ne hırpalarım seni,
ne de kükrerim hoyratça...

Sessiz bir sızı bırakırım ama,
hep içinde acıyan...
Bitti zannetsen de bazen umutla;
her yağmurda ve rüzgarda
açılır, tam kapanamayan yaran...

Ağrın da, çaren de ben olurum en sonunda,
Ne benimle, ne bensiz yaşam kolay olmaz sana,
Ağaçlar devrilmez belki bu yıkımda,
Ama ben esmeden, devam edemezsin yoluna...


19.11.2010

Bir Yere Kadar...

Zaman zaman karamsarlığa kapılır ve endişeler yaşarız... Pek mutlu olamayız böyle günlerde, bir şeyler üretmek istemeyiz, çalışmak istemeyiz, konuşmak istemeyiz, yani çok şey istemeyiz de, ne istediğimizi de bilemeyiz... Belki bir “ara” vermektir asıl ihtiyacımız olan, veya yalnız kalmak...bu değişir; kişiye, zamana ve duruma göre... Günümüz hayat temposunda ve sağlıksız yaşamlarımızda, normal bir sonuçtur bu aslında; temiz hava solumuyor, yeterli hareket etmiyor ve doğal beslenmiyoruz... Ama bunların toplamı kadar etkili başka birşey daha var; bizi olumlu hislerden uzaklaştıran: ‘Başkalarının istek ve arzularını, kendimizinkilerden daha üstte tutmak!’...
“Yok canım” demeyin.. çünkü ‘yok canım’lık bir durum değil. Kendimizi bildik bileli “yok onun için”, “yok bunun için”lerle yaşamıyor muyuz? Kaçımızın listesinde “önce ben” geliyor? Bunu diyenler için de hemen ‘bencil’ damgasını vuruyoruz, bencilliğin ne olduğunu tam olarak düşünmeden...
O; senin ‘kardeşin’, ‘büyüğün’, ‘küçüğün’, ‘aile büyüğün’, ‘arkadaşın’, ‘sevgilin’, ‘karın’, ‘kocan’, ‘kayın... (bilmem nen)’, ‘patronun’, ‘çalışanın’, ‘komşun’,... hatta ve hatta, belki anne olanlar kızacak ama ‘çocuğun’... Nereye kadar yaşamımızın devamını, çok yakınımız olsalar da kendimiz dışındaki kişilere göre planlayacağız? Listemizde kaçıncı sıradayız?...
Bundan, belirli bir zaman önce, kendi seçimleri doğrultusunda yurt dışında hayatını kuran çok sevdiğim bir yakınım, uzunca bir birikimin sonrasında psikolojik destek almaya başlamıştı. Hayatta maddi her şeye sahip olmasına rağmen, mutsuz ve tatminsizdi... Bu zor dönemi, sevenleri ve profesyonel yardımla atlattıktan sonra, bana ilk terapisini şöyle anlatmıştı: ‘ Psikolog, kendisine bir boş kağıt ve bir kalem veriyor, ve hayatındaki ilk 10’u yazmasını istiyor. O da başlıyor yazmaya; “1. Kızım, 2. Eşim, 3. Annem, 4. Babam, 5. Kedim.......” diyerek listesini tamamlıyor. Sonra da okuyarak açıklamalarda bulunuyor; kim, nasıl kendini etkiliyor ve ilişkileri nasıl gidiyor diye... İlk seans sonunda psikolog söyle diyor: “Hanımefendi, listenizi dinledim, görünüşe göre, siz, kendinizi bu listeye yazmayı uygun görmemişsiniz! Ne zaman, siz, kendi listenize girecek ve ilk sırada yer alacaksınız, o zaman sizinle görüşmemize de gerek kalmayacak.”
Evet, çoğumuz hayatlarımızı başkalarının istek ve arzularına göre, herkesi mutlu etmeye çalışarak ‘harcarken’, yaşamakla sorumlu olduğumuz kendi hayatımızı ne kadar ikinci, üçüncü, dördüncü... sıraya koyuyoruz! “O – her kimse – şöyle der, böyle der...” diye kendimizi kısıtlarken, “ben”in ne istediğini dinliyor muyuz?.. Ve kendimizi mutlu etmekten vazgeçmiş hayatlarımızda, başkalarını mutlu edebilmek ne kadar mümkün?..
Tabii çevremizi kıralım, sevdiklerimize, değer verdiklerimize önem vermeyelim, kendi arzu ve dileklerimiz için fütursuzca hareket edelim demiyorum. Ama kendi isteklerimizi ertelemek yerine, bunları hayata entegre edebilmek önemli...
2011 yılına 6 hafta kaldı. Bu kısa dönemde, önümüzdeki yıl ne yapmak istediğinizi, neleri hedeflediğinizi belirleyin ve çıkan listeniz doğrultusunda ‘kendinize’ liste başı olmak için bir şans verin... “Hayat (kendinizi) sevince güzel”dir!

14.11.2010

Tanımak...

Tanımak ne kadar zordur birini?
Hatta biz tanıyor muyuz kendi kendimizi?
Belki de yaşamanın tüm anlamı budur,                       
Önce anlamak kendimizi,
Ve sonra anlatmak ne demek istediğimizi...

***
Yaşam, ilişkiler üzerine kuruludur; aile, arkadaş, dost, yakın ahbap, sevgili, eş, dünür, patron, çalışan... diye uzar gider bu liste. Ve karşımızdaki her insanla, ve her grupla bir mesajlaşma içindeyiz sürekli, kendimizi daha iyi ifade etmek, ve belki de karşımızdaki insanları daha iyi yönlendirebilmek için...
Ancak ilişkilerde, hayatta olmayan bir kuralsızlık vardır. Bir bitki aldığınız zaman mesela; onun bir sulama ve bakım bilgisi vardır; okursunuz, uygularsınız ve herşeyi doğru yaptığınızda, bir elektronik alet gibi herşey tıkır tıkır çalışır, bitki büyür, çiçek açar... Ancak, bir kişi ile yaşadığınız olumlu veya olumsuz deneyimleri, başka bir kişiye uygulamanız mümkün değildir. Hayatınıza giren her insanın, size verilmeyen ve sizin o kişiyi ‘kurcalayarak’ anlayacağınız, okuyacağınız bir kılavuzu vardır, ki buna ulaşmak için çaba ve sabır göstermeniz gerekir...
Bu tanıma sürecinde, bir de arka planda işleyen süreç vardır ki, çoğu zaman bunun farkında bile değilizdir; “kendimizi anlama ve tanıma süreci”!
Her durum ve koşulda verdiğimiz tepkiler, aslında içimizden gelen bir mesajdır bize; belki bilinç altımız, belki kalbimiz, belki de mantığımız, ne istediğini, yani neyi istediğimizi farklı bir yoldan söylüyordur bize... ve işin zor tarafı, bu istek veya mesaj; her kişiye, her duruma ve zamana göre farklılıklar  gösteriyordur... çünkü beklentiler de farklıdır...
Ama kaçımız “neden”lerimizin, kendi söz, hareket ve seçimlerimizin asıl sebeplerini biliyordur?.. Çoğumuz “İçimden öyle geldi” derken, bunun çok da basit bir açıklama olmadığının bilincinde değildir!
Asıl süreç, kendini tanımaktır aslında ve hayatımızdaki canlı, cansız her varlık bir bilinçsiz misyonla bize bunu gösteriyordur; kimileri hayat boyu, kimileri sadece bir gün hayatımızda var olup, bu yolda bizi aydınlatıyordur. Doğu Felsefeleri ile ilgili okuduğum bir kitapta; ‘Hinduizm’de ruhların yeniden doğması yani reenkarnasyonda amaç; tamamlanmamış bir aydınlanmanın, yani ruhun bilince erme sürecinin tek hayatta değil, birden fazla hayatta tamamlamasıdır’ deniyordu...
İyi-kötü, güzel-çirkin, acı-tatlı, parlak ve karanlık her şeye, ve herkese teşekkür etmeliyiz aslında, çünkü onlar olmadan bizler; ne istediğimizi, ne hissettiğimizi, neyi aradığımızı ve nelerden rahatsız oluğumuzu bilemezdik...
“Teşekkür ederim”...

06.11.2010

Sol... Sağ... Sol... Sağ...

Sol, sol-cu, sol-görüş, sol-akım, sol-culuk... “Sol”la ilgili ne kadar çok üretilmiş kelime var... Anlamı ne? Asıl felsefesi ne? Kaç kişi gerçekten biliyor, o bir muamma ama, kimine göre ideal, kimine göre hainlik... Benim bahsedeceğim sol ise biraz başka... 6 yaşımda karşıma çıkan bu sözcük ile bayağı bir sorunum oldu ne de olsa!
Belli bir yaştan sonra, bebeklik bitince, her çocuğa bir kalem ve bir kağıt, veya boyama kalemleri ile kitabı verilir; belki de kendini farklı bir şekilde ifade etmede ilk adımlardır bunlar... Ben de hatırlayamadığım bir yaştan itibaren renkli boyalar ve çizgilerle, her çocuk gibi geçtim bu süreçten... Kötü bir şey hatırlamadığıma göre, herhalde güzel bir dönemdi benim için de...
Ama ilk okul yıllarına gelince, ciddi bir problemim oldu, sınıfımdaki diğer çocuklarla aynı sırada “a,b,c” ile tanışırken. Ben bir “sol-ak”tım ve yanımda oturan sıra arkadaşımla, ilk kelimelerimizi yazarken, kollarımız birbirine çarpıyordu!.. Ve, o dönemdeki ‘bilinçsiz’ öğretmenler sayesinde, sağ elimle yazmaya zorlandım, sırf sınıf düzeni bozulmasın diye!.. ve çok zordu, 4 yıl sol elimle kalem tuttuktan, boyama yaptıktan sonra, sağ elimle birşeyler yazmaya çalışmak ve kalem tutmak! Bu yüzden ‘imla’ derslerinde hiç yıldızım olmadı ve yazılarım hep okunaksızdı... Bazen, öğretmen görmeden, sol elime kalemi alıp yetişmeye çalışırdım arkadaşlarıma, ama hep kalem sağ elime verildi, önce okulda sonra evde, odamda...
Böylece, 1.sınıfın sonunda, sonradan “sağ-lak” olmuştum; sınıf düzeninde artık bir problem değildim, ne mutlu zorlayanlara! Aslında büyüdükçe bu yapılanın hiç de doğru olmadığını öğrendim. Sağ beyin, sol beyin, sağ el, sol el derken, bazı çocuklarda ciddi psikolojik problemler bile olabiliyormuş mesela...
Geçen gün, 7 yaşımdan itibaren aktif olan sağ elimde bir yanık olunca, sol elim uzun süreden sonra devreye girdi, kısa bir süre için olsa da... Birçok işte iyiydi aslında, ama yazmayı deneyince, “kalem yeteneklerimin” ilk okul birinci sınıfta bıraktığım yerde kaldığını gördüm, o acılı ayrılığın ardından...
Kim bilir solak olarak devam etseydim hayata, hangi doğuştan yeteneklerim su yüzüne çıkardı zorlanmadan? Yine aynı kararları mı alırdım sağ beynimle acaba?..
Belki küçücük yaşımdan, belki de yalnız savaşımdan, solak olma hakkımın elimden alınmasına çok karşı duramamıştım ama, daha sonraki yıllarda ve özellikle iş hayatımda; ‘kendi için savaşanlardan’ oldum, bu; bazılarının düzeni için bir sorun olsa da!..
Solak olamadım... pek hiç solcu oldum mu acaba?..
***
Bazı Ünlü Solaklar :  Leonardo Da Vinci, Michelangelo, Rafael, Büyük İskender, Cesar, Albert Schweitzer, Beethoven, Albrecht Durer, Picasso, Marlyn Monroe, Mozart, Greta Garbo, Charlie Chaplin, Mark Twain, Colin Powell, Fidel Castro, Steve Forbes, Jimmy Carter, Kraliçe Victoria, Michael Landon, Prens Charles, Ronald Reagan, Bob Dylan, Danny Kaye, Peter Fonda, Demi Moore, Ringo Starr, Tom Cruise, Bruce Willis, Whoopi Goldberg, Mark Spitz, Bill Clinton, Jim Hendrix, John McEnroe, Paul McCartney, Oprah Winfrey, Goldie Hawn, Matt Dillon, Phil Collins, Dennis Quaid, Einstein, Ben Stiller, Nicole Kidman, Arif Sağ, Sergen Yalçın, Cengiz Çandar ve Gülse Birsel.
03.11.2010    

Yağmurlu bir akşam araba yolculuğunda...

Hava yağmurlu ve güzel bir toprak kokusu var, camım açık, arabada üşümeme rağmen, havanın soğuk soğuk yüzüme vurmasından ve arabanın ıslak yolda çıkardığı sesi dinleyerek gitmekten haz duyuyorum...
“Hiç aklıma gelir miydi bu ayrılık?
Kendime soruyorum, cevap yok, neden ayrıldık...”
O sırada aklıma bu yolda yaşananlar geliyor... Çocukluğunun geçtiği şehirde hayatına devam edenler için; her köşenin, her yolun, her ağacın bir anlamı vardır... Bir anıyı çağrıştırırlar, ve bazıları bugünkü gibi canlıdır gözümüzde, nerede, nasıl, ne sürede olduğunu; duvara asılmış, ve her gün gördüğümüz bir tablodaki detaylar gibi biliriz...
“...Hiç hesapta yokken, böyle durup dururken
Yine aynı telaş, yine aynı hüzün, yeniden yalnızlık...”
 Yağmurlu havalarda, yalnız, tek başıma bir yolculuk yapıyorsam eğer; belki gri bulutlardan, belki de yere aks eden renkten, hüzünlü anılar canlanır gözümde; eski aşklar... bazen de ayrılıklar ve kayıplar... Ama yağmurun o inanılmaz etkisi, bu hüzünleri bile sevdiriyor insana... Anılar, duygulardan arınmış canlanıyor bu havada, ve sanki düşen her damlada yenileniyor insan...
“...Ah... acıyor bak canım bazen,
Ama gel diyemem... gelme hiç diyemem...
Yar... dönüyor bak tüm aşklarım bazen,
Sen de dön diyemem... yanma hiç diyemem...”
Radyoda “Yan Sen” isimli bir parça çalıyor, Gökhan Türkmen söylüyor... Kim tanımıyorum, ama müzik hoş, sanki kendi anılarımı izliyorum yolda, ben yaşamamış ve acı duymamış gibiyim, yağmurla oluşan toprak kokusu sanki tüm olumsuzlukları hatıralardan almış gibi...
“...Yan sen!
Bir ses gibi, herkes gibi, dünler gibi... yan!
Geçtim tüm hayaller gibi, düşler gibi... yan!
Git ne yapıyorsan, ben nasılsa görmeyeceğim
Sonra geri dönme, ölsen dönmeyeceğim...”
Bu kadar melankoliye rağmen, yine de havada farklı bir enerji olduğunu hissediyorum... İçimde mutlu bir hüzün var... Bitmesin istiyorum yağmur, bu akşamüstünde hep gri-pembe olsun gök, yol bitmesin; yüzüme vursun nemli ve serin hava...
Yağmur... cama vursun, gök... gürlesin uzaklarda, toprak... sessiz sessiz ıslansın, ben... karışayım yağmura, ışığa ve toprak kokusuna...

30.10.2010