29 Aralık 2014 Pazartesi

Serap, Masal ve Hayal...

Zaman zaman hayat bir illüzyon gibi gelir bana; bir hikaye, bir masal, anlatılan özel olarak şahsa. Zaman zamansa, sızar illüzyon perdesi arasından “gerçekler” burnumuzun ucuna; savaşlar, ölümler, acılar çalınca kapımızı beklenmedik bir anda...

Ancak o davetsiz misafirler durmadıkça eşikte, kapımızda, bir seraptır; akar sanki hayat, bizim farkındalığımızın dışında...  Ve bir seraba koşan mecnunlar gibi, ulaşmak için suya, arzuya; yol alırız sıcak, kuru, engelli topraklarda...

Varınca ulaşılmak istenen an’a, yola veya olguya; çoğu zaman bir hayal kırıklığı olur ruhumuzda; ne serap gerçektir aslında, ne de vardığımız, beklediğimiz, ümit ettiğimiz, vardır çoğu zaman karşımızda...
2014’te bir çok seraplar görmüşüzdür farklı farklı hayatlarımızda, ve bir çok sükut-u hayaller yaşamışızdır illüzyon zamanlarda... O yüzdendir ki dileğim tüm okuyanlara; hayal edilene varılması yeni yılın akışında...

“Geceye açar akşam sefaları
Ölüme benzer güne vedaları
Deli dolu bir macera, bir şölen, bir düğün
Kadere kısmet narin hayatları

Işığa uçar bütün pervaneler
Ateşe giderken ne şahaneler
Dönerek acıyla, aşkla şu alemi
Yana yana rakseder divaneler

Bir varmış, bir yokmuş dünya masalmış
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış
Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış
Herkes payına düşen elmayı almış

Sora sora, az gidip uz gidip Kaf Dağına
Gizini arar saadetin dünyalılar
Günaha yakın dururken bir yanları
Ne kadar hazin hüzünlü sevdalılar”

Masal – Sertab Erener (söz: Sezen Aksu, Meral Okay, müzik: Giancarlo Bigazzi, Marco Falagiani, düzenleme: Levent Yüksel)

Aralık Yağmuru İle...

Birkaç haftadır yazı yazmıyorum. Çünkü beni etkileyen, yazmaya iten politik konularda kendimi ifade etmeyi sevmiyorum. Herkesin durmadan eleştiri yaptığı ve lafla peynir gemisini yürütmeye çalıştığı bu ortamda, a-politik duruşu tercih ederken, yazdıklarımla o güruhun arasında olmak istemiyorum. Ama büyük konuşmamak lazım işte; bastırmaya çalıştığım düşünceler, parmaklarımın ucundan, klavyede hayat bulmaya başlıyor, ben çok istemesem de...

Aralık yağmuru ile, çok dallanıp budaklanmadan, elimden geldiğince konuyu kısa tutmaya çalışıyorum; yazacak ve söyleyecek, yazılan ve söylenen onca şeyin ardından.

10.12.2014, arabamı Mahmut Paşa park yerine bırakmış, Işık Kitabevi’nin bulunduğu sokaktan Girne Caddesi’ne doğru yürüyorum, bir önceki gün yağan yağmurun oluşturduğu gölcüklerin etrafından dolaşıyorum. Evini, su baskınından korumaya çalışırken, parmağı garaj kapısı altında kalarak kopan arkadaşımı düşünüyorum, geceyi nasıl geçirmiştir diye... İçimden de, her değişen yönetimle, değişmeyen statükoyu sorguluyorum; ne partiler, ne hükümetler, ne belediyeler gördük de; sonuç hep aynı oldu diye...

Tam bu sırada, yol kenarına park etmiş arabadan bir kadın ve bir erkek iniyor. Kıbrıslı değiller, konuşmalarından anlıyorum. Kadın, spor ayakkabı ve türbanı kombinlemiş önümde yürüyor ve yanındaki erkekle konuşuyor. Türban, bana göre bir özgürlük göstergesi olduğu için beni rahatsız etmiyor, ama beni asıl rahatsız eden; aralarında yaptıkları “Kıbrıs Meselesi” yorumları:

“Zaten ‘bunlardan’ (Kıbrıslılardan) birşey olmaz” diyor adam, “...en sonunda bir vali ‘atanacak’, dairlere de 20 adam ‘gönderilecek’, bu iş çözülecek”. Kadın da tasdikliyor bu düşünceyi “...olacak en sonunda, ama ne zaman?” diyor, belli ki o günün gelmesini bekliyor.

“Yaaaa...” diyorum kendi kendime, işte böyle oluyor en sonunda; yok nüfus azalmasın, yok oy alalım diye azınlık durumuna gelirse bir toplum, sokakta yürüyen “yerli” kimse kalmıyor, etrafımızda! 100,000 kişiyle hayatı kurabilmek ve idame ettirebilmek varken, 250,000+ kişiyle bu hale geliyor doku, “Vali” ve “20 iyi (?!?) adam” bekleniyor bir yerlerden, getirmesi için memleketi bir yerlere...

Biz de devam edelim, parti transferlerine, üçlü kararnamelere, yerli sektörü yok etmeye... açalım kucağımızı “kardeşlere”... Ne de olsa “gelen Türk, giden Türk” demişti bir politikacı ülkemizde, memleketi gitmiş elden, herhalde alkış tutuyordur şimdi, bulunduğu yerden!

Sevgili Hasan Kahvecioğlu yağmurlu günü özetlerken; "Dünya'da yağmurdan korkan tek toplum olduk!" demişti bana... Bu yağmurlar yağar, sözde siyasetçiler, sözde politikalar üretirken, toplum  olarak yadsıdığımız diğer “yağmurları” merak ediyorum, acaba ne durumda?... Ne zaman vuracak suratımıza?..

10 Aralık 2014 Çarşamba

yağmur

Vadinin tam ortasındayım, iki yanımda dağlara tırmanmak için ayrılan patikalar arasında. Ortadaki düz yolda yürüyorum, sağa sola sapmadan, iki yanımda dağları izliyorum tüm ihtişamlarıyla.

Sanki eski çağlarda yazılmış bir epiğin giriş bölümündeki tasvislere konu olan doğa; şimdi tüm duyularımla karşımda... Sol tarafımda sıra dağlar, gri zirveler bulutlarla kaplı, aydınlanıyor ışık hüzmeleri ile aralarda; siyah ışıkla dans ediyor sanki, güç ve savaşın duygusunda...

Sağ tarafımdaki boz kırlı dağlar ise, güneşli, beyaz bulutlarla. Parlak mavi gökyüzü, sanki bütün hayatı sunuyor gibi toprağa, çağırıyor beni, sessiz bir şarkıyla...

Bir müddet daha, ortada uzanan yolu takip ettikten sonra, patika sağa doğru kıvrılıyor adımlarımın altında. Tam karşımda, mavi gök altında yükselen dağ, gittikçe yaklaşıyor bana...

Uzunca bir süre yol aldıktan sonra, diğer dağı düşünüyorum ardımda, ve dönüp bakmak istiyorum ihtişamına, arkamda. Bulutları bana yaklaşmış ve takip etmiş gibi yüzleşirken sırtımdaki grinin her tonuyla; anlıyorum ki yağan yağmur bendim orada aslında; fırtınalar, şimşekler yaratmış ruhunda.

Bulutları da ben götürmüştüm önceden ona, ve şimdi yürüyordum maviliğin altındaki dağa, yağmak için topraklarına... 

24 Kasım 2014 Pazartesi

Sessiz Gemi

Yahya Kemal Beyatlı’nın, ölümü anlatan ve oldukça bilinen bir şiiridir “Sessiz Gemi”, bestelenip  Hümeyra ve Sertap Erener tarafından da seslendirilen.  Güzel bir nazım ve melodi olmasının yanında, içinde ciddi mesajlar da barındıran bu eser, aynı zamanda yaşayanlar ve yaşamdan ayrılanların, elden geldiğince tasvirini de yapar, seçilmiş sözcükleriyle...

Yaşayanlar gidenlerin arkasından “siyah ufka gözleri nemli bakarken”,  gidenler “memnun ki yerinden, dönen yok seferinden” der şair, hislere referans olurken...

Geçen gün, “ölü” olsam nasıl olurdu diye kendimce bir “empati oyunu” oynarken, tüm inançları ve inanılanları da sorgulama fırsatı buldum, kendi baktığım yerden. Cennet ve cehennemin, ölümden sonra değil, dünyada yaşananlarla hissedildiğine inanan biri olarak, ben,  ancak ruhtan öte yaşayan bir bilinç olabileceği kanaatimle, bir ölü oldum ve izledim kendimi, bıraktıklarımı geriden;

Geride gözyaşı vardı  önce, sonra alışmışlık bu gidişe, başka çare yokken yaşam devam ederken... Yakınlar zorlandı anılar zihinlerde belirirken,  ama sadece tanışmışlara birşey farkettirmedi bu sefer, çok bir paylaşım, geçmiş biriktirmeden...

Hayata anlam yüklemek, insani bir buluşken, ama anlamlaştırırken yaşananları, yaşam kendi anlamsızlaşıyorken, vardığım sonuç yeni değildi oyunumu sonlandırırken;

Geçmiş ‘sessiz’, gelecek ‘bilinmez’ bir rotada iken; sadece sesli olan “an” vardı elde, cennette veya cehennemde; ne yaşanıyor ve hissediliyorken...

10 Kasım 2014 Pazartesi

Takip-i Hayal…

Yüzümde yaramaz bir gülümseme ile bilgisayar ekranına bakıyordum, o yanıma geldiğinde... “Hayırdır?” diye sorunca; ona “tatlı takipçilerimden” bahsettim; bir şekilde ruhlarına dokunduğum insanlardan... Belki de nasıl etkilendiklerinin tam farkında olmadan, ancak yazılarımdan yaptıkları alıntılarla, kendi yazılarındaki tarz değişimleri ile, nasıl mutlu olduğumu... Bazı deneme yazanlar, bu tarz etkileşimleri; taklitçilik sayıp, eleştirirken, benim bu etkileşimi takipçilik olarak gördüğümü, ve bu takibin ruhumu okşadığını anlattım, ekranda yazdığım bir denemeden etkilenen okurun, sözcük dizilimlerini incelerken...

Konu konuyu açarken, bu beklenmedik, ani gelişen sohbette; “hayallere” geldik, ve demir attık birden, o bana hayallerini gerçeklere bağlayıp, kendini tuttuğunu, sınırladığını anlatırken... “Hayallerde sınır yoktur” dedim kendine, “... sonsuzdurlar”. “İstersen bir kedi olabilir, hayalini onunla özdeştirerek yaşarsın; tüylerini kabartır, sırnaşır, mırmır ses çıkarır, patilerinle merak ettiğin objelere dokunursun, istersen imkansızı hayal edersin, ama kendini tutmazsın. Hayallerin çizgileri yoktur; boyama kitaplarındaki gibi. İstediğin kadar çizgilerden taşar, istediğin renklere dönüşebilirsin...”diye devam ettim sözlerime...

Sohbetimizden kısa bir süre sonra, konuştuklarımızı düşünerek geçtiğim büyük ağacın yanında; önce bir ağaç yaprağı oldum, yeşilin en güzel renginde, damarlarım vardı incecik, yumuşak yaprak dokumun üzerinde...

Sonra hafif bir esintiyle ayrılmak istedim, asılı olduğum daldan, ve berrak bir nehirde dans ederek ilerledim, üzerimde su damlacıkları, alttaki gri taşları seyre dalarken...

Nehir yüksek bir şelaleye döndüğünde, aşk oldum her görenin kalbinde duyduğu coşku ile; o aşkla nefes oldum, sevgilinin yanına gittim, uyurken teninde gezindim ılık bir nefes ile...

Sonra o nefesle bir tohum oldum, büyümek için yine... yağmur yağdı, günler, aylar, mevsimler geçti ve kocaman bir ağaç oldum, yanından yürüyerek ilerlediğim ve hayaller kurduğum, yolumun üzerinde...

4 Kasım 2014 Salı

Zamansızlık Hali...

Bazı zamanlar oluyordu, bazen günlerce süren. Hiçbir hissin ve duygunun yeşermediği, dönen akrep ve yalkovana rağmen, tek bir an’a asılı kalmış gibi ruhun, akan zamanı göremediği...

İnsanlar, kalabalıklar, sesler... gece, gündüz, soğuk, sıcak, acı, tatlı... hiçbir algının anlam taşımadığı ve bu anlamsızlığın, anlam bulduğu zamanlar...

Zihnin boş, yüreğin boş olduğu bu dönemde, etkenleri bilinmezde iken yaşayana; tek ses kalıyordu duyduğu ve manalandırdığı; derinden gelen kendi nefesinin sesi...

İyi miydi? değil miydi? bu hissizlik durumu bilinmez ama; daha önce yaşananlarla, kendi içinde çelişen, tezatlıklar oluşturan, zıtlıkları barındıran bir algı doğuyordu en sonunda; hani “hissetmeden yaşanmaz!” dı diye sorgularken ters uçlarda...

Nasıl olacaktı sonu? Nereye varacaktı bu zamansızlık halinin son tekrarı? Cevabı var mıydı boş soruların? Yoksa cevaplar ortasında mıydı zamanın?...

Hiç sorgulamadan, nefes zamansızlığa inat duyuluyordu kulaklarında...

“Akşam” ve “Heves”

Akşam, herkesin evine çekildiği, benimse kendime armağan ettiğim anlar…

Mevsimi fark etmez, en çok sevdiğim gün dilimidir akşam, günü arkamda bıraktığım; yorulduğum, belki üzüldüğüm, ya da sevindiğim yoğunlukları omuzlarımdan attığım…

Evlerin mutfak ve oturma odası ışıkları tek tek yanar, insanlar içerilere çekilirken, asfaltın sessizliğinde, duyduğum ayak seslerimle, yürürüm, kendi kendime. Belki de kendi içimedir bu yolculuk, günün değişen bu saatinde...

Detaylar yok olur bu saatlerde; yolların çatlakları, ağaçların kurumuş dalları, hatta boş arsalardaki atık yığınlar… Sanki koyu renk bir gece elbisesi giymiş gibi etraf, görünmez çarpıklıklar, turuncudan griye dönen gökte…

Herşey güzeldir, günün bu anında… Artan karanlığa doğru yürürken, sanki bilinmeze doğru ilerlerim kendi içimde, ve en sevdiğim yolculuktur bu; beklentisiz ve sadece yolu kat etme isteğiyle…

Hava serinler, tenimde hissederim hafif esintiyi, bu hisle belki de ilk kez farkederim nefesimi günde, bir ürperiti ile… Herşeyden ve herkesten uzak, ıssız bir sessizlikte, bir neden olur böylece, günü yeniden yaşamak için yine…

***
Heves’e – iyi ki doğdun küçük kız
4-5 yaşında bir çocuk, diğer bir çocuğa “seni çok seviyorum” diye sarılmış... Sarılınan çocuk, sevgisini gösteren arkadaşına dönüp; “büyükler gibi mi seviyorsun?” diye sormuş. Soru üzerine gelen cevap ise, çok içten ve sahiciymiş; “hayır! büyükler gibi değil! seni gerçekten seviyorum!”...

Büyükler gibi sevmek; belki de sevip sevmediğini bilmemek, “olması gerekenler” listesinde bir maddeyi daha tiklemek...

Ama çocukken “gerçekten” başlayan sevgiler vardır ki; büyüsen bile, zaman zaman araya mesafeler girse bile, kalbinde öyle bir yerdedir ki; her zaman sıcaktır ‘senin’ gülüşün gibi, her zaman içtendir gözünün içi gibi, ve her zaman gerçektir bir çocuğun kalbi gibi...

Yıllar geçse de üstünden, sen bana balkondan yüreğindeki “heves”le el sallayan o küçük kız çocuğusun, kalbinde sevgisi hep gerçek olan...

Zaman Yaratma...

Boş bir anım, internette dolanıyorum, bir sosyal paylaşım sitesinden, diğerine... Bir şekilde “zaman” öldürüyorum, kendi değimimle... İşte benim durup düşünmemi sağlayan bir paylaşım, gözlerimin önünde;                               
 “Save the excusses. It’s not about ‘having’ time, its about ‘making’ time. If it matters, you will make time.” (Özetle diyor ki; “Eğer sizin için önemliyse, zaman yaratırsınız. Zamanın varlığı/yokluğu sadece mazeretlerdir.”) 

‘Doğru’ diyorum, birçok “zamanım yok” serzenişim, önemli bulmadığım, ötelediğim şeyler için yaşam düzenimde. Oysa benim önemliler sıralamamda ise; ne yapar ne eder “zaman yaratır”, o ilgiyi sağlarım karşımdakilere veya ilgililere...

Karşımızdaki insanlar “zamanım yok”dediğinde nasıl bir tavır takınıyoruz diye düşünüyorum, daha sonra kendi kendime... Bunu mazeret uyduruyorlar mı diye algılıyoruz; gerçeği görmeyelim diye, yoksa zaman yaratmak çok mu zor, alışkanlıklarımıza ters mi geliyor, günümüz insan profillerinde?..

Vardığım sonuç ise, şöyle oluyor, birileri beğense de, beğenmese de... Önemliyse benim için, senin için veya onun için, ne olursa olsun “zaman yaratılır”, önem duygusu verilen kişilere... Yeri gelir ailemiz, dostumuz, arkadaşımız, yeri gelir çocuğumuz, işimiz veya beslediğimiz ev hayvanımızdır, önem taşıyan bizde.

Eğer o zaman, zamanında yaratılmazsa önemlilere; bir zaman duyulacak pişmanlık, geri yaratamaz elimizden kayan, yaratılmamış zamanı bizim leyhimize...
***
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.  (Ahmet Hamdi Tampınar)

23 Eylül 2014 Salı

“His” “Siz” misiniz?

Bazen insanların hayatlarına bir “his” olarak gireriz... Belki bir şeyler anımsatırız geçmişlerinden, ya da bir dönüm noktası oluruz geleceklerine... Öyle, ya da böyle; bir “his” olur, bir duygu olur, etkileriz yaşamlarını ve yaşam amaçlarını.

İyi ya da kötü, bir his ya da duygu yaratmıyorsa insanlar hayatlarımızda, his-siz olanların anlamı da kalmaz bizim yaşam yolumuzda...

Ne hissediyorsunuz karşınızdakiler için? Nasıl duygular uyandırıyorlar sizde?.. Sevgi? Huzur? Huzursuzluk? Öfke? Neşe? Aşk? Arzu?.. Tiksinme?.. Olmalı isimlendirebileceğiniz duygular o kişilerde... Ama ya hiç bir his uyandırmıyorlarsa sizde!?..

Ne şekilde olursa olsun bir “hiç” duygusu üzerine kuruluysa ilişkileriniz, ya da o noktaya gelmişse yaşananlar... O zaman aslında varlıkları, yoklukları, dedikleri, demedikleri bir anlam taşımaz hayatınızda... Onlar, sıradan birer obje, sadece birer figürandır artık sizin duygu dağarcığınızda...

Durun ve düşünün, ne hissediyorsunuz diye? Yanınızda olmasa bu insanlar, arayacak mısınız onları; sizde yarattıkları duyguları ile? Özleyecek misiniz; sebep oldukları huzursuzlukları bile? Düşünecek, merak edecek misiniz ben onlarda ne hissi uyandırıyorum diye... Yoksa bu sorular bile bir hissizlik mi yaratıyor sizde?!

“Hissetmeden yaşanmaz” dememişler boş yere, hissetmiyor ve hissettirmiyorsanız, tüm laflar boşta, nafile..

10 Eylül 2014 Çarşamba

“Turgut Nereden Koşuyor?”

Kitabı bilenler hatırlayacaklar, Emin Çölaşan’nın “Turgut”unu;  bayağı gündeme oturmuş, ses getirmişti Türkiye ve Kıbrıs’ta, dönemin ANAP iktidarı ve anlatılan yaşanmışlıkları... Tabii kalabalık ülkelerde, Kıbrıs toplumundan farklı olarak, bir kaç kişi sivrilebilir, herkesin gündemine oturabilir ancak; çünkü iyi ya da kötü bir gelişmenin, bir haberin, bir olayın, milyonlar içinden sıyrılabilmesi o kadar da kolay değildir aslında...

Ama bizdeki gibi herkesin herkesi bilmesinin olasılık dahilinde olan nüfuslarda, genelde bir “turgut sendromu” almış başını gitmekte! Herkes sanatçı, herkes ödüllü gazeteci, herkes yazar, çizer, icra eder, herkes büyük patron, herkes en iyi  politikacı, herkes ünlü “celebrity” olarak görülmekte...

Bu ego büyüklüğü, önceleri canımı sıkar, durur, insanlara eski tabiri ile ‘meram anlatmaya’ çalışırdım, dünyada bir yerlere gelebilmenin ne olduğunu; öyle iki kalem oynatma, yerel gazetede bir iki resminin çıkması, bir kaç beğeni almakla ancak “kendi çöplüğünde horoz” olunduğunu... Ama sonra vazgeçtim bu tutumumdan, ve eğlenmeye başladım seyre daldıklarımdan...

Gerçekten bir ‘sit-com’ dizisindeki karakterler gibi “kendi kümesindeki” politikacılar, sanatçı ve “önemli” gruplar, bir yerlerden bir yerlere koşmaktalar... Ama dünya nereden nereye koşuyor anlamamaktalar... Tam bir deney laboratuvarı gibi olan bu topraklarda, eminim izleniyor olsak, güzel hikayeler çıkardı, gerçekten uzak yaşanmışlıklarla...

Bilmeden bilgin, görmeden görgülü olanlarla, uğraşmak da var ama, anlamayana davul zurna az durumlarda, bırakacaksın koşsunlar kendi etraflarında...  

29 Ağustos 2014 Cuma

Öylece

“Öyle bir yerdeyim ki
Ne gitmesi mümkün,
Ne kalması mümkün olan,
Öylece bir yerdeyim işte…
Vazgeçmekle direnmek arasında,
Akla karanın tam ortasındayım...
Kaybetmenin arifesinde,
Yeni bir hayatın eşiğindeyim...
Kalsam canım yanacak,
Gitsem hayatım...”

Nejat İşler’in sosyal medya sayfalarından bir alıntı bu satırlar. Çoğu zaman hissettiğimiz ama kısa ve öz olarak anlatamadığımız duygularımızı tasfir eden. Bir başka arkadaşımın deyimiyle “rolantide” olmak bu; ne aradığını bilmeden aramak, ne istediğini bilmeden istemek durumu...

Osho’nun sözleri ile ilgili bir yayını takip ediyorum uzunca bir zamandır. 20.yy için ‘İsa’dan sonra dünyaya gelen en tehlikeli adam’ olarak görülen Osho’nun da, bu satırlarda anlatılan durumla ilgili birçok yorumu var...

Yalnızlığı kabul edemiyoruz diyor Osho, hep bir şeyler arıyoruz, bir şeyler eksik, yarım gibi geliyor, ama hiçbir zaman aranan şeyin aslında olmadığını göremiyoruz. Görsek, ve durumu olduğu gibi kabul etsek, ne tatminsiz ilişkiler yaşar, ne de bitmek bilmeyen arayışlarda oluruz hayatta...  

Sadece sen ve ben varız, ne eksik, ne fazla... Günün sonunda birlikte olsak da, ayrılsak da, yine sadece sen ve ben olacağız... Ve başkalarında da bundan fazlasını bulamayacağız. Çünkü aradığımız, bulamadığımız, anlamadığımız ve anlatamadığımız şey, aslında olmayan bir şey...

Nasıl dünyaya yalnız ve çıplak gelmişsek, aslında hayatı da öyle yaşamamız ve bu boyutu da öyle terk etmemiz gerekiyor... Yalnız ve çıplak olarak!.. Duygularımız, düşüncelerimiz çıplak olabilmeli başkalarının gözünde de. Dile getirebilmeliyiz, korkmadan ve rahatça zihnimizi ve kalbimizi... Çünkü onlar “sadece” bize ait ve bizi anlatıyor “kalabalıklar içindeki yalnızlıklarımızda”...

“Öylece bir yerde” miyiz sadece?  Yoksa, “yaşarken yaşadığımız yalnızlık yaşanmışlığı” mı bizi “öylece bir yerlerde” hissettiren?

19 Ağustos 2014 Salı

Kurdele...

"Hep bağlıdır o kurdele,
Ne renkte olursa olsun, ya da ne desende...
Açamazsın kurdeleyi,
Çözülme zamanı gelmeden önce.”

Hayatlarımızda bazen istemeden de olsa yaşadığımız bağımlılıklarımız ve kurtulamadığımız bağlılıklarımız vardır; mantığımızın doğru bulmadığı, ve sonlandırmamız için bize baskı yaptığı. Ancak, insan içinde öyle bir mekanizma çalışmaktadır ki; mantığın, beynin söylemlerini etkisiz hale getirebilir, kalp henüz hazır değilse...

Kalp hazır olduğunda ise, ne kadar sıkı düğümlenmiş olsa da bağımlılık kurdelesi size, kurdelenin kumaşı bırakır bağlanmışlıkları, su gibi açılır boğumlar ve sanki hafifler insan, yenilenmişcesine...

Bir kurdele imgesiydi işte, benim de yaşadığım, o hafifleme duygusu ile. Ne kadar zorlanmış olduğum, artık gülümsetiyordu beni, özgürleşme seferinde. “Yaşayınca anlarsın” dedikleri duyguyu, yaşıyor, ve gerçekten öncesinde anlamadığımı görüyordum, çözülmüş bu imgelemede... Sıkıntı, dert, gözyaşı olarak gördüğüm bu düğüm, şimdi açılmış ve özgürdü zamanı geldi diye.

Hepimiz, yaşadığımız ve çözülmez sandığımız düğümlerde, işte bu yüzden yüklenmemeliyiz kendimize, ya da yakınlarımızda gördüğümüz “kurdele” şekillerine. Çünkü, insanın ruhu, bedeni ve kalbinin hazır olduğu an gelince, özgürleşme kendiliğinden gerçekleşecektir, sadece güveni kaybetmemeli o anın geleceğine...

Her düğüm açılmak, her bağımlılık özgürleşmek için işler içimize...

8 Ağustos 2014 Cuma

Sezon Ortası; Trajikomik Tatil Yazsı

Yaz mevsimi, Kıbrıslılar için sıcaktan şikayetleri hiç bitmese de, en sevilen dönemdir sanırım; dünyanın hiç bir denizi ile karşılaştırılamayacak kadar güzel mavisi ve neredeyse 6 ay süren yaz akşamı muhabbetleri ile... Yine böyle bir sezondayız işte, ve yazımızın bitmesine daha 3 ay var, tam da sezonun ortasında, bu uzun mevsimi yaşıyoruz bir akış içinde.

İşte tam bu orta noktada, sosyal medyadan bahsetmek istiyorum biraz, tatilde vaktim olduğundan neredeyse tüm paylaşımları görebildiğimden: Öncelikle anlam veremediklerimden bahsedeyim; bakalım siz de ortak sorgulama yapmış mısınız bu sürekli düşen resimlere:

Anlam veremediklerim 1: Deniz veya havuz kenarında şezlongda yatırken, tam 90 derecelik açıdan, kollar ile göğüs kısmının sıkıştırıldığı selfie(özçekim)ler. Sosyal medyada bu resimler sağ olsun, herkesin gün be gün kaç derece güneş yanığı olduğunu ve hangi bikini ve mayolarla sezona başladığını öğrendik. Öğrendik öğrenmesine de; bu paylaşımdan ne kazandık?!.. “Bakın çok seksi yatıyorum” mu verilmek istenen mesaj, yoksa “Göğüs dekoltem çok iddialı” mı... bilinmez ama, arkadaşlar bu resmi görenler zaten sizin fiziğinizi biliyorlar, sıkıştırılmış ve resimde 2 beden büyümüş görülen göğüs ölçünüzün, gerçekte ne olduğunun farkındalar. Unutmuşsanız hatırlatayım dedim.

Anlam veremediklerim 2: Deniz veya havuz kenarında şezlongda yatırken çekilen, bacak arası ve ayak resimleri... Şimdi burada nasıl bir mesaj verilmek isteniyor onu sorgulayalım; “Her gün farklı renk tırnak cilası kullanıyorum” –Eeee bundan bize ne?!!. “Ayaklarım çok güzel...” –Yanılıyorsun, neredeyse herkesin ayağı aynı, belirgin farkı ayak numarası?!!. “Bacaklarım uzun ve seksi” – O açıyla poz ver boyun 1.50 olsa bacağın uzun görünür bebeğim, yeme bizi?!!. “Resmime bak! Seni bacaklarımla, ayaklarımla baştan çıkarabilirim” –Beyninle zor olduğuna göre, alternatif araman çok normal, ama ümitsizliğini bu kadar belli etmesen ve cinsel kimliğini bu kadar ön plana çıkarmasan; belki ‘kadınların meta olarak algılanmasına’ kendi ölçeğinde destek vermezsin be güzelim, azcık büyük resmi de düşün!

Anlam veremediklerim 3: Kendilerini özel operasyonda zannederek, yaşadıkları her detayı ‘harekat üssü’ ile paylaşanlar; “Çok sıcak aldım denize giriyorum – sıcak hissediyor”, “Denizde çok kaldım güneşleneyim – ıslak hissediyor”, “Güneşte çok kaldım, soğuk kahvecik yolda – susamış hissediyor”... Vallahi bu şekilde yediklerinizle, içtiklerinizle ‘merkez’ bağırsak çalışmanız ve gece kaç saat uyuyacağınız ile ilgili bilgi sahibi bile olabilir, haberiniz olsun. Azcık da yediğinizi, içtiğinizi, ne yaptığınızı kendinize saklayın arkadaşlar, yüz yüze insanlarla konuşacak bir şeyiniz kalsın...

Anlam vermediklerim ve ti’ye aldıklarımdan, üzüldüklerime geçecek olursak; geçtiğimiz 10 gün içinde 4 uçak seferi yapmış biri olarak, ülkemize ‘turist’ adı altında gelen, ve her ilgili dönemde “bilmem ne kadar yabancı turist geldi” diye övünen otoritelere naçizane bir cevap vermek istiyorum:

‘Turist’i, en basit şekli ile; yalnız, ailesi veya arkadaşlarıyla, tatil yapmak amacı ile seyahat eden, seyahat ettiği ülkenin ekonomisine katkıda bulunan ve gidilen yerdeki turistik ve tarihi zenginlikleri ziyaret eden bir ‘ticari grup’ olarak tanımlarsak, ülkemize inen uçaklardaki yolcu profilinin, bu tanıma ancak %10’unun uyabildiğini ve övünerek “bilmem kaç bin giriş oldu” demenin; kendini kadırmaktan öteye gitmediğini, aynı zamanda bu gerçeğin de, çoğu kişi tarafından bilindiğini yeniden hatırlatmak istiyorum. Tabii bir de ‘deniz yoluyla’ girişler var ki, orada bu %10 da yok!

Görmemezlikten gelen gözlere saygılarımla!

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Okuyucu Mektubu

Yaz kış farketmez, Pazar günleri benim “kimse bana dokunmasın” tercihimle, çok sosyalleşmeden geçirmeyi sevdiğim bir gündür. Fazla plan yapmayı sevmem Pazarları, birçok gazete ve dergi alıp, kış aylarında; sıcak bir köşede, kanepede kıvranıp onları okumayı, karıştırmayı,  yaz aylarında ise; ya deniz kenarında şemsiye altında, ya da serin bir mekanda satırlar arasında dolaşmayı severim, kendi halimde... Bir organizasyon varsa da, muhakkak ya çok yakınım, ya da sevdiğim biri olmalıdır, Pazar inzivamdan vazgeçebilmem için de...

Yine böyle bir Pazar günü işte, önce gazetelere bir göz atayım diyorum, çok haber okumayı sevmesem de!.. Hiç iç açıcı birşey de yok ki haberlerde; her okuduğumda, veya izlediğimde, insanlığımdan utanıyorum gerçeklerle yüzleşince...

Sayfaları üstünkörü çevirirken, hiç ilgilenmediğim bir köşe dikkatimi çekiyor gazetenin birinde; aslında yazının başlığından okumaya başlıyorum köşeyi; konu “köpek meselesi” denince...  Yazıdaki vatandaş, başıboş köpeklerden bahsediyor, neredeyse kin ve nefretle. Neden havlıyorlar diye sorguluyor, elinde fırsat olsa hepsini öldürecek belli ki, büyük bir zevkle...  Yazısının devamında da başka bir konuyu eleştiriyor aynı “kezzap” kalemiyle.

Facebook’tan ismini arıyorum bu vatandaşın, bazı soruları yöneltmek için kendine, belli ki ya hesabı yok, ya da takma isimli bir mektupla yer almış gazetede.

Konu sadece bu okur mektubu değil elbette; toplumumuzda var olan genel bakış açısı; “sebepler yerine, sonuçlara bakmak” sadece... Başıboş köpeğin neden başıboş olduğu sorgulanmıyor mesela zihinlerde, bu da “okumuş cahillik” oluyor en kibar değimiyle...

Hala daha ‘yunuslarla yüzmenin’ esarete teşvik olduğunu algılayamamış, çocuklarını sirk ve hayvanat bahçelerine götürmeye devam eden genel bir nüfus ile, duyarlı insanlar olabilmek, bizim için sadece sosyal medya tweetlerinde!.. Kopenhag hayvanat bahçesinde, bebek zürafa katlediliyor, durum güncellemelerimiz ‘eleştiride’, Gazze’de bombalar patlıyor, paylaşımlar ‘patlamış çocuk beyinleri’ ile sadece...  

Yani hiçbir şey yapmıyoruz gerçekte, en kolayı eleştirmek, “o kaka”, “bu kaka” demekle vicdan rahatlaması şeklinde yaşıyoruz işte...  Hiçbir farkımız yok, eleştirdiğimiz “okuyucu mektubu”ndan genel çerçevede...

Şimdi çoğumuz tatilde, güzel bir rehavette, deniz sesinde uyukluyor, elinde soğuk içeceği ile... Hazır vaktimiz varken, bir de kendimizi eleştirmeye zaman ayıralım bu süreçte, hangi konularda kendimizi geliştirebiliriz diye.

Ben de haftaya çıkıyorum güzel bir tatile, ama sadece tatil olmayacak elbette; düşüneceğim, sorgulayacağım muhakkak bu yıl neler yaşadım, neler dile getirdim, nelere kafa yordum diye... Ağustos başında yeniden görüşmek üzere...

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Duy-u

Biz ilk okulda öğrenmiştik sanırım "duyu"larımızı, hayat bilgisi dersinde; bir çok şeyi öğrenip, öğretmen olmayı hayal ettiğimiz dönemlerde... Üzerinden çok zaman geçti elbette, "6. His"lerle, "5. Element"lerle farklı bakış açıları girdi algılarımıza böylece...

Ancak yeni olgular, teknolojiler ve sanal iletişimle tanışırıken, bazı duyularımızı doğal haliyle kullanmayı da unutmaya başladık git gide... Ekranlara bakıyor, klavyelere dokunuyor, hoparlörlerden işitiyoruz dünyayı, gdo'lu gıdalardaki tatları alıyor ve kokluyoruz kimyasalları, ama gerçekte değil bir illüzyonda "duy-u"yoruz yaşamı, yeni şekliyle...

Görmek, duymak, koklamak, tat almak bir şekilde tüm yaşam türlerinde görülebilse de, insanlara bahşedilmiş, ellerimizi, incecik parmaklarımızı ne kadar kullanıyoruz bir düşünsenize? Toprağa ne kadar çok dokunuyoruz? Ya da salıncak kuruyoruz büyük bir ağaca? Gördüğünüz bir sokak kedisi veya köpeğini beslerken, eliniz sevgiyle de dokunuyor mu ona? Hiç yağmurda ıslanmak için şemsiyesiz yürüyor musunuz, hissetmek için yüzünüzde tazeliği? Ya da çıplak ayak basıyor musunuz toprağa, deniz mevsimi dışında?...

Sentetik odalarda, sentetik eşyalarla yaşamaya çalışıyoruz, tüm yaradılışımıza ters ortamlarda, sonra da mutsuzluğumuzu sorguluyoruz danışmanlarla..?!

Mutlu olmak doğal haliyle "duy-u"larımızla yaşamak aslında; çıplak ve detone sesle arkadaşlarımızla şarkı söylemek, dünyaya ellerimizle dokunmak, dokunurken hissetmek, zaman ayırıp kendi yaptığımız çöreğin kokusunu duymak, tadına bakmak, ya da denizin tuzunu yaşamak...

Gerçekten yaşamak; duyularımıza güvenmek ve duymak...

Hayatındaki Kadın

Kim? Kiminle? Nerede? Ne Yapıyordu? Kim Gördü? Ne Dedi?.. Hatırlar mısınız böyle bir oyun vardı... Komik olsun diye garip garip şeyler yazardık çizdiğimiz sütünlara, sonrasında gülelim diye okuduğumuzda... Hatta bir kaç yıl önce bu oyunu tekrar oynadık arkadaşlarla, çok çok eğlendik hiç ummadığımız bir anda...

Oyun bir yana, “Kim? Kiminle?” kısmı hep ilk beş konu arasında; işte, evde, arkadaş topnatılarında, çünkü çok meraklıyız başkalarının hayatlarına... Bir de bizim gibi küçük toplumlarda, herkes tanıdık, herkes aynı mekanlarda olunca, sosyal medya da olukça aktif kullanılınca, birbirimizin niyetlerini bile okumaya başladık sanki telepatik yollarla...

Genellikle hep bir kadın gözüyle değerlendirdiğimiz bu konuda, belki de bazılarınızın bildiği bir yazıyı paylaşmak istedim bu hafta... Farklı bir cinsiyet, farklı ve çok güçlü bir kalemin anlatımıyla... 
 ***

Ahmet ALTAN, “Bir Erkeğin Hayatı Seçtiği Kadındır...”
Bir erkeğin düşünsel yeteneği, estetik birikimleri ne olursa olsun, hayatta durduğu kat, içine doğduğu kattır, tanıdığı ilk kadının, annesinin onu bıraktığı kat...

Giyim zevkinin bulunmadığı bir bahçede doğduysanız, giyim zevkinizin gelişmiş olduğu bir bahçeye sizi ancak bir kadın götürür, sofraların inceliklerle donatılmadığı bir katta doğduysanız, incelikli sofraların bulunduğu kata sizi götürecek olan da bir kadındır.

Birlikte olduğunuz kadın değiştiğinde, değişen yalnızca bir kadın değildir, hayatın neredeyse bütünü değişir, bir başka kata, bir başka bahçeye geçersiniz, orada herşey farklıdır.
Dinlediğiniz müzik, okuduğunuz kitap, yediğiniz yemek, gittiğiniz yerler, buluştuğunuz arkadaşlar, hatta taktığınız kravat bile değişir. Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolaştırır.

Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, esprili bir kadına rastlarsanız espriniz, zeki bir kadına rastlarsanız zekânız gelişir; yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz.

Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir. Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve, bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.

Hayatınız, seçtiğiniz kadındır. 'Bir kadın değil. Bir hayat seçersiniz çünkü.
***

Hayatınızdaki kadınlara dikkat edin o zaman; gökdelenin en üst katından, bodrum katına sizi onlar taşıyacak siz pek farkında olmasanız da... Sonra “ben burda ne arıyorum???” diye sormak da var, günün sonunda...

1 Temmuz 2014 Salı

“Bit”li ! . .



İşten çıkmışım, Lefkoşa’nın ara sokaklarında, havanın iyice ısınmasından duyduğum sıkıntı ile ilerliyorum. Klimalı ortamlardan çıkınca tam bir mevsim şoku yaşamanın üzerimde bıraktığı ağırlığı ile yürüyorum...

“Ara sokaklar, ara hayatlar, ara insanlar mı etrafta olanlar?.. yoksa arka sokaklar, arka hayatlar, arka insanlar mı söz konusu?..”.  Zaman zaman kendimi yaparken bulduğum bir iç diyalog ve yüzümde hissettiğim yazın alevi ile devam ediyorum yoluma...

Ve en sonunda arabadayım. Nasıl yaşamıştık bizler yıllarca klimasız evlerde, arabalarda? Anneme mi benziyorum giderek bu yıllarda? O da sürekli bir geçmiş mukayesesi yapmakta...

Bu kez kıvrılan yollarda, arabanın soğuk iç havasıyla ilerliyorum, şimdi daha rahatm, ama zihnimdeki diyalog, belki de monolog, devam ediyor kıvılarak bir oyunda... Dar bir sokakta, doğrudan asfalta açılan bir evin kapısında, bir kadın ve bir çocuk; bit kontrol noktasında...

Gülümsüyorum ...

Kendi bitendiğim zamanları hatırlıyorum, bir de tüm sınıfın bitsiz, sınıf hocamızın bitli olduğunu öğrendiğimiz ilk okul günlerini... Kendi kendime gülüyorum bu kez arabada... Bitli çocuklar diyorum; bitli insanlar, bitli şehirler, işte bu hayat oyununda...

Sahi Lefkoşa ne zaman bitlendi, bilen, hatırlayan var mı aranızda? Ne zaman bu şehrin ara / arka sokakları  kaldı bizim ilk okul yıllarımızda?.. Kimler talip Lefkoşa’nın bitli saçlarını temizlemeye bu arada?.. Kim gerçekten tarayacak o siyah saçlarını şehrin? Sevecek... koklayacak... ve anlayacak unutulmuş güzelin?..

24 Haziran 2014 Salı

Kralın Kızı...

Önemli figürler vardır hayatımızda, bizi biz yapan... Bu figürler, varoluş amaçları ve yaşanmışlıklarla işler bilinçaltımızı, daha çok küçük yaşlardan... Önce annelerimiz gelir belki aklımıza; bize her zaman sığınacak liman, ama bir de babalarımız vardır yaşamımızda, etkisi en az anne kadar büyük olan...

İçgüdüsel, bizi var etmenin, büyütmenin verdiği bağla; koruyan ve seven, gözünden sakınan bu kadınların yanında, babaların rolü de önemlidir, özellikle kız çocukların hayatında. Babalık içgüdüsel değil, öğrenilen ve tatbik edilen bir durum olduğundan, belki de daha zordur onların işi, ve üstlendikleri sorumluluğun gerekleri...

Bizim ve komşu coğrafyalarımızın büyük bir kısmında, kız çocukları bir çok talihsizlikler yaşasa da, benim hikayemde, “Kral”ım hep yanı başımda...

Baba, cesaret verendir, “yapabilirsin, korkma!” diyen... Küçücük yaşta kolluklarını çıkaran, dalmayı öğreten, iki tekerlekli bisiklete ilk kez bindiren, gizli gizli direksiyonu veren, içkinin tadının nasıl olduğunu deneten... Aynı zamanda bir rol modeldir baba; bir erkeğin nasıl olduğunu gösteren; bir erkeğin bir kadına nasıl davranması gerektiğini her gün göz önünde sergileyen. Bir kız çocuğunun ileride, ilişkiler kavramında, en çok referansı bilinçaltına veren.

Nasıl bir erkek; arkadaş, eş, baba olur? Ne gibi değerlere sahip çıkar? İkili ilişkilerde bir çok kavram nasıl oluşur? Bir tarafın baskın, ya da iki tarafın dengede olması mı söz konusudur?.. Aslında tüm bu ve benzeri algılamalar, bebekken ve çocukken, kız çocuğunun babasıyla olan ilişkilerinde şekillenir ve karakterleşir... Günün sonunda büyüyen kız çocuğu, ya babasının iz düşümünü arar hayatta, ya da çizdiği ideal babanın veçhesini ilişkiler bağlamında...

Kaçak Gelinler

Evde, kelimenin tam anlamıyla pinekliyorum, bir önceki geceden biraz abartmanın sonucu, hiç bir şey yapacak halim yok. Sadece zapping yapıp, pek sakin olmayan midemi çayla bastırmaya çalışıyorum... Televizyon kanallarının birinde, yeni bir dizi fragmanı; Kaçak Gelinler.

İçimden gülüyorum, bu kadar evlilik meraklısı bir toplumda, böyle bir dizi; tam bir tezatlık meselesi... Belki bu zıtlıktan rating almaya çalışacaklar ama; kim kendini nasıl bu karakterlerle özdeştirecek... zor... Tabii izlemeden yorum yapmak da zor...

Mevsim yaz... Düğün zamanı... Nedense böyle bir gelenek de geliştirmişiz. Kış ayları bizde çok zor şartlarda geçmese de, çoğu insan, yaz aylarında açık hava düğünü yapmak istiyor, terleyerek ve saç fönleri nemden giderek, gece boyunca...

Düğünler, gelinler demişken, bu konuda sorgulamak istediğim noktaya gelmek istiyorum aslında; “düğün planlamaları”na... Hoş bu işten hayatını kazanan arkadaşlarım da var ama, benimki genel bir sorgulama, her halukarda para kazanılabilir, insanlar biraz daha kendilerini yansıtacak organizasyonlara kapılarını kapamasa...

Herkes için değil tabii ama; çoğu gelin-damat adayı “alışılmış” organizasyonların dışına pek çıkmak istemiyor, yumurta kapıya dayanınca... Aynı bilinen mekanlarda nikah, yemek, aynı düzenleme ve süsleme aranjmanları, aynı menüler, aynı insanlar, aynı markalardan gelinlik, damatlıklar, aynı takılar, pırlantalar...

Ama insanlar bu kadar aynı olamaz ki aslında?!.. “Ben farklıyım”, “Ben özelim” diyerek de, öyle olunmuyor işte, farklılık hareketlerinde görülmedikçe...

Mesela, çift için özel bir yerde nikah, ambiyansını beğendikleri bir yerde kutlama partisi, klasik gelinlik, papyon, saç topuzu, mücevherler yerine; başka alternatifler olabilir bu farklı günde...

Aynı pinekleme anında, zapladığım başka bir programdan da alıntı, konuyu özetlemek adına; “Evlilikler, büyük organizasyonlar, pahalı hediyeler, süper lüks villalarla anlam bulamaz hayatta... Evlilikler, aynı yastığı, aynı anahtarı ve aynı cüzdanı ‘birlikte’ yaşayabilmektedir, hem iyi günde ve hem de kötü günde. Çok şaşalı olmuş da, gönülde ve kalpte şaşasını bulamamışsa; ne fayda!”

9 Haziran 2014 Pazartesi

Benden... Senden... Bizden...



Şu anki gibi değil, hava soğuk mu soğuk... Ocak ayı; akşam üzeri, ancak güneş yok, gri bulutlar var, günlerdir gökyüzünde... Ayaz o kadar sert ki, giydiğim kalın kıyafetler sanki incecik gömlek, üşüyorum hem de çok, hatta içim üşüyor, durduğum yerde... Beklediğim otobüs bir türlü gelmiyor, ya da soğuktan zaman geçmiyor, bu rüzgarlı tepede...

Güneşin sıcaklığını hayal ediyorum, kış aylarında Kıbrıs'ta... Bunalıp kazağını çıkarmak istediğin sıcaklık, hani biraz dışarıda oturunca... Kapının önünde, kemiklerimizi ısıtırken, konuşkan komşumuzu düşünüyorum; "hade yapın kahvecikleri" diyen, bizi dışarıda görünce; habersiz, telefonsuz, çat kapı gelen...

15-16 yıl öncesinden bir anı... Duygusunu, birşeyleri özlediğimde hep yaşadığım, ve geçen gün, bir şekilde hatırladığım...

"Bizden" olan şeylerin manasını, uzakta olunca veya yaşayamayınca daha iyi anlarız ve hissederiz aslında; memleketin güneşi, insanların samimiyeti gibi, uzaktayken ve soğukta...

Apartmandaki yeni kiracıların adını bile bilmiyorum, sadece göz aşinalığı ve selamlaşmadan ibaret diyaloğumuz. Bir şeye ihtiyacım olsa; caddenin sonundaki arkadaşlarımı ararım herhalde, düşünmeden üst kattakiler evde mi diye. İnsanlar komşuları ile kahve içmiyor artık, bir hafta öncesinden, nerede nasıl olacağı belirlenen, arkadaş grupları ile buluşuyor bilindik kafelerde. Bayramlarda, aile yemeği vardı eskiden, şimdi doğumlar, evlilikler ve cenazelerle sınırlı görüşmeler... Ama, arada sırada, beklenmedik bir anda; bir söz, bir bakış yakalıyor ki insan, ruhu doyuyor, ta köklerinde...

Çok 'heves' ederek giymek istediğim eteğime bir tadilat yapılması gerekti geçen gün. Ancak yoğunluktan, gidip eteği alabilmem mümkün olmadı. Bunun üzerine terzi bayan "karşı evde Melahat Hn. var, ben ona bırakırım, sen eteğini ondan alırsın" şeklinde bir öneride bulundu. Başka seçenek de yok, "tamam" dedim ben de. Terzinin, komşusunun evde olacağını söylediği saatte, gittim, ve kapıyı tıklattım; tanımadığım birinin kapısını çalmanın tedirginliği ile... Tahminimce 70lerinde bir kadın, kapıyı açarak beni karşıladı, kocaman bir gülümsemeyle. O kadar içtendi ki, sadece 2-3 kelimelik bir diyaloğumuz olacağını düşündüğüm halde, kapıda kendimi bu "bizden" teyze ile muhabbet ederken buldum, tahminimce ev için uygun olmayan yemek saatinde. Eteği almış arabama doğru yürürken, yüzümde bir gülümseme, içimde ise o özlem duygusunun karşılanması vardı, yıllar sonra memleketimde...
***
Kaç "bizden" kaybettik acaba geçen yıllarda?
Ne kadar uzaklaştık birlikte yaşadıklarmıza? Kaç kez sorguladık gülen bir yüzdeki samimiyeti?
Benden... senden... bizden... bu sırada neler gitti?..