Birkaç
haftadır yazı yazmıyorum. Çünkü beni etkileyen, yazmaya iten politik
konularda kendimi ifade etmeyi sevmiyorum. Herkesin durmadan eleştiri
yaptığı ve lafla peynir gemisini yürütmeye çalıştığı bu ortamda,
a-politik duruşu tercih ederken, yazdıklarımla o güruhun arasında olmak
istemiyorum. Ama büyük konuşmamak lazım işte; bastırmaya çalıştığım
düşünceler, parmaklarımın ucundan, klavyede hayat bulmaya başlıyor, ben
çok istemesem de...
Aralık
yağmuru ile, çok dallanıp budaklanmadan, elimden geldiğince konuyu kısa
tutmaya çalışıyorum; yazacak ve söyleyecek, yazılan ve söylenen onca
şeyin ardından.
10.12.2014,
arabamı Mahmut Paşa park yerine bırakmış, Işık Kitabevi’nin bulunduğu
sokaktan Girne Caddesi’ne doğru yürüyorum, bir önceki gün yağan yağmurun
oluşturduğu gölcüklerin etrafından dolaşıyorum. Evini, su baskınından
korumaya çalışırken, parmağı garaj kapısı altında kalarak kopan
arkadaşımı düşünüyorum, geceyi nasıl geçirmiştir diye... İçimden de, her
değişen yönetimle, değişmeyen statükoyu sorguluyorum; ne partiler, ne
hükümetler, ne belediyeler gördük de; sonuç hep aynı oldu diye...
Tam
bu sırada, yol kenarına park etmiş arabadan bir kadın ve bir erkek
iniyor. Kıbrıslı değiller, konuşmalarından anlıyorum. Kadın, spor
ayakkabı ve türbanı kombinlemiş önümde yürüyor ve yanındaki erkekle
konuşuyor. Türban, bana göre bir özgürlük göstergesi olduğu için beni
rahatsız etmiyor, ama beni asıl rahatsız eden; aralarında yaptıkları
“Kıbrıs Meselesi” yorumları:
“Zaten
‘bunlardan’ (Kıbrıslılardan) birşey olmaz” diyor adam, “...en sonunda
bir vali ‘atanacak’, dairlere de 20 adam ‘gönderilecek’, bu iş
çözülecek”. Kadın da tasdikliyor bu düşünceyi “...olacak en sonunda, ama
ne zaman?” diyor, belli ki o günün gelmesini bekliyor.
“Yaaaa...”
diyorum kendi kendime, işte böyle oluyor en sonunda; yok nüfus
azalmasın, yok oy alalım diye azınlık durumuna gelirse bir toplum,
sokakta yürüyen “yerli” kimse kalmıyor, etrafımızda! 100,000 kişiyle
hayatı kurabilmek ve idame ettirebilmek varken, 250,000+ kişiyle bu hale
geliyor doku, “Vali” ve “20 iyi (?!?) adam” bekleniyor bir yerlerden,
getirmesi için memleketi bir yerlere...
Biz
de devam edelim, parti transferlerine, üçlü kararnamelere, yerli
sektörü yok etmeye... açalım kucağımızı “kardeşlere”... Ne de olsa
“gelen Türk, giden Türk” demişti bir politikacı ülkemizde, memleketi
gitmiş elden, herhalde alkış tutuyordur şimdi, bulunduğu yerden!
Sevgili
Hasan Kahvecioğlu yağmurlu günü özetlerken; "Dünya'da yağmurdan korkan
tek toplum olduk!" demişti bana... Bu yağmurlar yağar, sözde
siyasetçiler, sözde politikalar üretirken, toplum olarak yadsıdığımız
diğer “yağmurları” merak ediyorum, acaba ne durumda?... Ne zaman vuracak
suratımıza?..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder