20 Eylül 2011 Salı

Münevver Karabulut

­­­­Münevver Karabulut, genç bir kız, canice öldürüldü... Manşetti, 3. – 5. sayfa haberi oldu, sonra unutuldu!.. Neden mi bu ismi örnek olarak veriyorum; çünkü uluslararası haber bile oldu, farklı ülkelerdeki haber kaynaklarında yer aldı, okundu, paylaşıldı...
Ülkemizde de bir çok kadın ve çocuk istismarı, hayvan katliamı da işte bu örnekteki gibi “unutuluyor”! İşte bu umursuzluk ve tepkisizlik sebebiyle de toplumsal sağduyumuz olmuyor, olamıyor...
Bugün okuduğum, yüksek tirajlı gazetede, 2 aylık bir yavru köpeğin başının kesildiği haberi yer alıyordu... yarın unutulacak haberlerden biri daha! Tıpkı geçtiğimiz yıl manşet olan, vahşice saldırılan ve katledilen eşek gibi... tıpkı tüyleri boyanan köpek, ateşe verilen kedi gibi...
“Hayvanları sevmeyen, insanları da sevemez” diye bir söz vardır... Gerçekte de böyle olduğunu görüyoruz zaten. Her gün gazetelerde, haberlerde, “kahve sohbetlerinde” Taciz! Dayak! Kavga! Darp! Tecavüz! ve Cinayet!.. İşte birbirini tamamlayan iki tablo!
Ancak, bunlar sadece, “sohbetlerde” kalıyor nedense! Sanki televizyon dizisi konuşuluyormuş gibi! Sözde entellektülerimizden, sözde medya liderlerinden, sözde akademisyenlerimizden, ve en önemlisi sözde politikacılarımızdan kaçı bir ‘tepki oluşumu’ sağlayabiliyor? Tecavüzü protesto edenlere ‘dışarı çıkmasınlar o zaman’ diyebilen bir zihniyet sadece ve sadece olanları destekliyor! Hepsi bu!
Toplum ise “neme lazımcı”, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, hatta sütünü de koyayım, yılan daha da büyüsün... rüzgarda kaybolmuş, farkında değil! uyuyor!..
Utanıyorum...
Bu zihniyetle aynı ülkede yaşamaktan!
Korkuyorum...
Bu toplumla birlikte yok olmaktan!
Kızıyorum...
Hiçbirşey yapamamaktan!

18 Eylül 2011 Pazar

Gizli Dakikalar­­­...

Çok şey vardı aklımda, sanki beynim çok pencereli bir oda. Pencerenin biri açılıyor, biri kapanıyordu, ardı ardına... Sorular, cevaplar, henüz sorulmamışlar ve cevaplanmamışlar... O kargaşada, öylesine başımı kaldırdığımda, büyülenmiş gibi kalmıştım yine, bir anda...
Ne kadar güzeldi... sanki gerçek değildi...
Kalın, büyük çam ağaçları arasında, geceye koşan o sıcak renk!
Gün batıyordu işte, günün en güzel anı, gizli bir kaç dakika başlıyordu, sadece görüp, bilene... Yeşil ulu çamlar, rüzgarda oynayan bir perde gibi, gri ve turuncunun dansını haber veriyordu bana...
Gözlerimi kapattım bir an; akşamın serinini hissettim, hem ruhumda.. hem vücudumda...
O gizli dakikalarda; deniz daha bir güzeldi, su daha bir sakin.... Yağmur daha bir güzeldi, damlalar daha bir narin... Hayat daha bir güzeldi sanki, anlar daha bir hakim; hem zamana, hem de aşka!
İnsan, bu saatte aşık olmalıydı mesela, bu saatte sevmeli, sevişmeli... Bu dakikalarda eğlenmeli, gülmeli ve hissetmeli...
...
... Ve ufuktaki ışık gittikçe parlaklığını kaybederken, pencereler açılıp kapanmaya devam etti...ama ben hala o anın büyüsünde...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Suriye Yolunda...

Hep övündük kendimizle “Kıbrıs” diye...
“Akdeniz’in incisi” dedik, “Huzur” dedik, “Medeniyet” dedik diye...
Dedik de ne oldu en sonunda?? ... Sadece ve sadece televizyondan izlediklerimiz başladı yaşanmaya... ‘Bizde olmaz’ dediklerimiz oldu en sonunda...
Hani biz çok mutlu ve huzurluyduk bu Ada'da??!!! Tek problemimiz ‘Kıbrıs Meselesi’ydi; büyükler konuşup konuşup bir arpa boyu yol alamazken yıllarca... Kendi düzensizliğimizde bir düzende yaşıyorduk biz, dünyadan farklı bir zamanda...Silahsız ve copsuz polislerimiz ve trafikteki ‘sorry be gardaş’larımızla...
Ben doğduğumda; sınırın diğer tarafı karanlıktı... Ne ailem göç etmek zorunda kalmıştı, ne de kaybımız vardı Savaş’ta. Yaşanmış olsa da olumsuzluklar o zamanda, şanslıydık diğerlerine göre yine de yaşananlarda... Büyürken, mahalle arkadaşlarımla, otururken yan yana sınıfta, okullarımız temiz ve düzenliydi... uyuşturucu, taciz ve suç yoktu etrafımızda; Türk filimlerindeki, limonataya hap atma dışında... Sokaklarda oynadık hep, yara bere izleri hala vücüdumuzda...
Hiç iflas eden bir yerde çalışmadım, Ada’ya döndükten sonra; şanslıydım bu konuda da... Ne KTHY maduru oldum, ne DAÜ ve benzeri....izledim olanları, nasıl oluyor diye bu “Huzurlu” Ada’da!
Kıbrıs sahnesindeki oyuncular, farklı oynuyorlardı aynı anda... ve seyirci sessiz kalmamalı diye; biz de yürüdük İnönü Meydanı’ndaki toplantılara... Ama birşey değişmedi sonuçta, kaale alan yoktu demek halkını bir zerre bile olsa... hatta daha kötü oldu son noktada “VIP Krizleri, Coplar ve Tutuklamalarla”....
Orta Doğu’da bir isyan, Suriye yolunda... “Düzeltmek yerine vurmak lazım bu deyyuslara... Geri zekalılar başka birşeyden anlamaz ne de olsa, alalım biz benzini yarı fiyatına!”...

28 Nisan 2011 Perşembe

Zeyna!!!

-          (Yüksek Sesle Bağırarak - Balkondan) Gel bakayım buraya!!! Nedir o köpeğe yaptığınız?
-          (Tedirgin Sesle – Arka komşunun bahçesinden) Abla, biz bişey yapmıyoruz...
-          Gelin bakayım tellerin yanına, gördüm o köpeğe ne yaptığınızı, bir daha görürsem arayacağım polisi ona göre!!! Boynunu sıkarsınız hayvanın!!!
-          Abla saldırıyor da... tutmaya çalıştık...
-          Köpeğe eziyet ettiğiniz için saldırıyordur, bir daha görmeyeyim!!!
“Zeyna Sendromu” gibi birşey yaşadım o an balkonda aslında... Yani 3. kattan atlayıp birşey olmayacağımı bilsem, Zeyna gibi “lililililil” diye uçabilirdim çocukların üzerine... Hoş, o sinirle uçamadığım daha iyi oldu... aksi takdirde ben birilerinin boğazını sıkabilirdim...
Dikkatimi çekiyor, genellikle gelişme çağındaki çocuklarda ciddi bir agresif tutum var, ve maalesef sizin normal yaklaşımınızda değil, ancak sinirli ve sert yaklaşımınız karşısında kendilerini düzeltiyorlar, diğer durumlarda bir “lololo” tavrı...
Nüfus artışı da göz önüne alındığında, önümüzdeki 10 yıl içinde neye benzeyeceğimiz de ayrı bir konu!?.. Çocuklar, aslında suçlanacaklar listesinde en son sırada... ‘Eğitimsiz’ ailelerde bilmem kaçıncı çocuk olarak doğmuş olmak onların suçu, muhtemel aile içi şiddet ve korkulan bir babanın çocuğu olmak da onların suçu, okullarda nasıl verildiği tartışılır ‘eğitim’ de onların suçu, öğretmenliği toplumsal bir görev ve bir hayat misyonu olarak görmeyip; maaş + 3 ay yaz tatili şeklinde algılayan eğitim kadrosu da!.. Bu şartlarda “suçlu” bulunan çocukların hayvanlara, yaşıtlarına, topluma verdikleri zarar... Kimin suçu???...   Ve bence en önemlisi, kimin bu duruma “DUR” diyeceği!!!
Geçen günlerde, benzeri bir olaya daha şahit olmuştum, başka bir köpek eziyeti... onu bir şekilde çözdük, hayvana yeni bir yuva bulduk. Ama o süreçte yaptığım girişimler ve aldığım sonuçlar, tam anlamıyla içler acısıydı... Kaynakları çok kısıtlı bir ‘Hayvanları Koruma Derneği’, doğayı korumadığı gibi hayvanları da korumayan bir hukuk sistemi ve en acısı “boşveerrr” diyen bir çevre tutumu...
Sokaklara baktığımızda; en son model arabalar, geceleri tıklım tıklım olan eğlence mekanları, davetler, tatiller... Diğer taraftan yaşanan hayatla örtüşmeyen bir ekonomi, bir çok şiddet ve cinsel suç ve yetersiz eğitim-sağlık-adalet sistemi... Kısacası, dışı boyanmış, bahçesi bakımlı ama içini kurtlar kemirmiş, çöktü çökecek bir ev!
İnsan, filmlerdeki Zeyna gibi kahramanların, günümüz uyarlamalarını özlüyor haliyle... Uçarak olaya dalan ve kısa zamanda yanlışları düzelten...

21 Nisan 2011 Perşembe

Sil Baştan

Şebnem Ferah söylüyor “Sil Baştan”... ve tüm radyolar çalıyor iki yıldır, eğlence mekanlarında canlı performans istek alıyor ve İngilizce rock dinleyenler bile; bir ya da iki kez olsun sonuna kadar dinliyor bu şarkıyı... Hepimiz, sözlerin felsefesini beğeniyoruz aslında, ne de olsa istemiyor muyuz geçmişten gelen bazı zincirleri kırmayı, bazı anılardan kurtulmayı...
Ama öyle olmuyor işte!.. Temiz bir sayfa açabildiğimizi düşünsek de, bizi, bugün biz yapan, geçmişte yaşananlar, acı veya tatlı... Dünden besleniyoruz aslında, şu anı yaşamaya çalışsak da, geleceği planlasak da, damarlarımızdan dün akıyor, biz dönüp arkaya bakmasak da... Ve geçmişten referans alan hayat, silinip yeniden başlamıyor, sadece ‘unutmuş’ gibi davranıyor ve biz duvarlarımızı yükseltiyoruz yaşama karşı, başka birşey yaptığımızı sanarak....
Hatta, bazen yeni başlangıçlardan koruyoruz farkında olmadan, ne de olsa eski, kötü de olsa tanıdık, bir şekilde başa çıkmayı öğrenmişiz yaşananlarla... Ama ‘yeni’ tüm tazeliği ve bilinmez güzelliği ile kapımızı çalarken, çekiniyoruz; yeniden başa çıkmayı öğrenme zamanından, sabrımız, heyecanımız kalmamış artık, daha yorgun davranıyoruz yüksek duvarlarımız arkasından...
Zorlansak da, korksak da, yeniyi kabul etmek zorundayız yine de, asılıp kalırsak geçmişe, gözümüze inen perdeden, göremeyiz geçen zamanı, tat alamaz, anı hissedemeyiz kısacık ömrü hayatımızda...
“Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak...
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak...”

15 Nisan 2011 Cuma

Kötü Senaryolar

Vizyonda bir çok zayıf ve gişe hasılatı hesaplanarak yapılmış prodüksiyon, televizyonda ise reyting  kaygısıyla arap saçına çevrilmiş bir çok dizi senaryosu var. Genelde işlenen konular ise entrika, tuzak ve hesaplaşma üçgeninde uzayıp gidiyor... Ayrıca, televizyonda ana haber bültenlerindeki trajediler yetmiyormuş gibi, gündüz ve gece kuşaklarında; katilini arayan kurban yakınları ve kayıplarını arayan ana ve babalar da var...
Ekrandan gördüklerimiz yetmiyormuş gibi, artık izlediğimiz bu dramlarda buluyoruz kendi hayatlarımızı da. Her gün gazetelerde boy boy resimler, olmadık olayları anlatıyor bize, iki sokak ötenizde biri öldürülebiliyor zalimce, kapınızı çalabiliyor bir hırsız; sözde başka bir sebeple...  Sonuçta, bir “güvensizlik” dalgası doğuyor içimizde... Artık izlemiyor, şahit oluyoruz olaylara ve güvenmiyoruz; insanlara, kurumlara ve kararlara...
Reyting rekortmeni dizilerde; para ile insanlar satın alınırken, polisler sinirlerini kontrol edemez ve suçlular paçayı sıyıyırken, kime ve nasıl bir mesaj verildiği hiç düşünülmüyor!.. Genelde Amerikan dizi ve filmlerinde “süper kahramanlar” hep ön planda olurken, bizde iyi olmanın da ciddi bir bedeli olmak zorunda...
İşte tüm bu olumsuz verileri topluyorken beynimiz, kendi senaryolarımız da kolay kolay iyi olamıyor maalesef... Güvensiz, kuşkulu ve tedirgin oluyor ve korktuğumuz herşeyi yaşıyoruz “normal” diye! İlla ki birileri hakkımızı yiyecek, çiğneyecek, birileri kuyumuzu kazacak, bizi aldatacak diye zırhımız hep elimizde; bir tehlike olsun veya olmasın çevremizde!?!
Bu kadar negatif bir yazı yazmamın sebebi ise, geçen sabah çok güzel bir havada, keyifli bir yürüyüş yaparken, neler geçtiği aklımdan... Gök mavi, ılık bir hava, zaman zaman yüzüme çarpan serin bir rüzgar, etrafsa yemyeşil... ama benim kafamda oluşan polisiye senaryoda, varsayımlar üzerinden monolog-diyaloğumda polislik olup, mahkemeye bile çıkıyor, hatta yalancı şahitler buluyorum karşımda... Sonra birden kendime gelip “Ne yapıyorum ben?” diyorum.. “Keyfini çıkarmak varken yaşadığım gerçekliğin, kurgulama yapmanın, üstelik de kötü bir senaryo yazmanın ne faydası var!?!”...
Özlemediniz mi siz de iyi senaryolar yazmayı... ya da “Avrupa Yakası” modunda olmayı?..

6 Nisan 2011 Çarşamba

“Bak postacı geliyor...”

Hiç çantası boyunda, mektup getiren postacı görmedim ömrü hayatımda; film ve diziler de olmasa hiç bir fikrim olmayacaktı postacılar hakkında... En çok aklımda kalanlarsa, Kemal Sunal’ın “Postacı” karakteri ve bir kült olan “Postacı Kapıyı İki Kez Çalar”filmi.
Zaman zaman kötü sürprizler çıksa da, genelde olumlu bir referansı vardır postacının; ne de olsa uzaktan haberler, müjdeler getirir insanlara... Şimdilerde sanal alemde herkes kendi postanesinin müdürüyken, kapımızı haber için çalan da kalmamıştır, sadece bizden birşey isteyenler dışında!..
Evet! artık kapımızı çalanların, telefonla arayanların bir çoğu “bir istirham” için ilgilenirler bizle; özel günler geçer, bayram seyranlar, hastalıklar yaşanır ya da mutluluklar, ama onlar yokturlar etrafta. Ne zaman bir kapının anahtarı vardır elimizde, iste o zaman ‘çok ilgili’ olurlar her ne dense !?!
İşte asıl mesele de burada başlar! Kime yardım etmeli? Kime edilmemelidir? Yoksa önemli olan yardım etmek midir? Kime olduğu önemsiz midir? Şimdi tabii herkes (inansın veya inanmasın) etik olarak, spritüel olarak ve dini olarak ‘yardım etmenin anlam ve önemi’ hakkında uzun uzun konuşabilir... Ama kendi tecrübelerimden biliyorum ki, benim kapıyı açtığım postacılar, ben postacı olduğumda, nedense hiç evde olmuyorlar nasılsa?!?... E tabii postacı da kapıyı kaç kez çalsın bu durumda... Genelleme yapmak ve herkesi aynı kefeye koymak olmaz ama... çoğu zaman ‘Anya’yı Konya’yı’ postacı olduğumuzda anlamıyor muyuz hayatta?

29 Mart 2011 Salı

İrade vs İfade

Çok kolay gibi görünse de, insanın kendini doğru ifade edebilmesi ciddi bir başarıdır. Her ne kadar doğru iletişim kurduğumuzu sansak da, bir iki dakikalığına durup düşündüğümüzde, kaç kişi ile ‘kapanmamış hesaplarımız’ olduğunu fark ederiz; yani çoğumuzun sınıfta kaldığı aşikardır.
Tededdüt ettiğimiz konular, çekindiğimiz insanlar, beynimizdeki “Doğru mu yaptım?” sorusu... döner de durur gece gündüz...
Çoğu zaman, çevrem, “Sen, ne demek istediğini iyi anlatıyorsun” gibi değerlendirmeler yapsa da, benim içimde de ‘irade – ifade savaşı’ devam eder sonsuz bir zamanda... Kaç kez elim telefona gider veya mesaj yazıp silerim, bende saklı ama, ister istemez diyaloglar yarım, eksik kalır sonunda. Karşımdaki insanın  kendini (belki de yanlış ) ifadesinden oluşan bu önyargım, irademin “start” düğmesine basar... ve “Aramayacağım” derim “... bir daha”!.. Tabii bu sonuç, kendimi de farklı anlatıyor durumunu ortaya çıkarsa da, irademin zafer kazanmış sarhoşluğu, sesini bastırır ifademin, kısa zamanda...
Düşünmüyor değilim ‘barış sağlanmış’ zamanlarda, “Ne olurdu acaba.. sessiz kalmak yerine, bağırsaydım yaşanan olaylarda?” veya farklı seçimlerim olsaydı, o anlarda... Kim bilir?.. Acabalarla fikir yürütemesek de, zaman zaman eski bir  ‘ifade – irade ’ hesaplaşması yaşanır, cevap belirsiz olsa da...
Belki de ‘ifade zafiyetimiz’ nedeniyle severiz şiir okumayı ve şarkı dinlemeyi; çünkü onlar bizim dile getirmeyi seçmediğimiz konuları haykırırlar irademize, ince ince... ve bazen hüzünlenerek, bazen de gülümseyerek paylaşırız, başkalarının dilinde söylenen kendi şarkımızı...

21 Mart 2011 Pazartesi

Kartlardan... Hayata...

‘Kart’ deyince ne gelir aklını­za? Kredi kartı mı? Oyun kartı mı? Kart vizit veya tarot kartı mı?... “Hayatta kartları doğru oynamak” gibi deyimler de vardır kullandığımız, konuşma arasında... Son günlerde yeni bir kart çeşidi ile tanıştım ben de, oldukça ilginç gelen... ‘çakra kartları’diye adlandırılan...
Enerji, reiki, düşünce gücü, kuantum teknikleri, kristal alanları gibi, mistik görünen konu ve olaylarla ilgilenmişimdir her zaman...  Ancak bu ilgi, hiç bir zaman ‘kendimi kaptırmak’ şeklinde olmamıştır, daha çok rasyonel olarak olayları algılayan beynim, sorgulamayı hiç bırakmamıştır, kanıtlara ulaşıncaya kadar...
Çakra(*) kartlarını, kısaca anlatmak gerekirse; çözüm aradığınız konularda, size yardımcı olmak için tasarlanmış ve bazı öğretileri içeren 126’lık bir destedir. Somutlaştırmak gerekirse; çözümlemek istediğiniz konuya konsantre olarak, önünüze yayılmış kartlardan birini seçiyorsunuz. Ve üzerindeki öğretinin size bir ışık olacağını var sayıyorsunuz... Mesela şöyle bir öğreti okuyorsunuz: “Düşüncelerimin özgür akışını sevgi ile gözlemliyorum”, ve sonuç aradığınız konuya farklı bir şekilde bakmaya çalışıyorsunuz... “Belki de kendi düşüncelerinizden çok, çevrenizdekilerin görüşleri ile hareket ediyorsunuzdur, kendinizi daha fazla dinlemeniz ve ona göre karar vermeniz, sizi rahatlatacaktır...” diye yorumluyorsunuz, ya da başka bir şekilde, kendinize yardım etmek hevesiyle.
Ben de bu yeni tekniği kendimce test etmeye çalışırken, farklı farklı düşüncelere daldım, kartları bir bir okurken....
Hepimiz birçok tasa yaşar, değişik değişik konuları dert eder, farklı endişelerle geçiririz dünyadaki sınırlı zamanımızı... Sonra bir olay olur, bir felaket yaşanır, ve biz seyrederken evde, rahat koltuklarımızda  televizyondan trajedyayı, geçici bir ‘uyanma’ yaşarız... Deprem, tsunami, patlama, ölüm, kayıp... dünyanın farklı köşelerinde tekrarlanan... “Bir dakika...” deriz, “...ya benim de yarınım yoksa?!”. Hayatı sorgularken o kısa uyanmalarda, yüzümüze vuruyor gerçek!.. ‘yaşamayı bilmiyoruz’ bildiğimizi sansak da!!!
Felaketler, mutsuzluk ve endişe getirir doğal yapılarıyla, ama bu felaketleri yaşamadan da mutsuz ve endişelidir toplumlarımız... çünkü ‘anı yaşamayı’ bilmeden geçiyordur hayatlarımız...
Küçük detaylarlar vardır, görmezden gelinen; kahve molamızı masa başında değil, kapı önünde güneşte yapmak, veya bir alo kadar uzakta olan arkadaşımızla iş çıkışı yarım saatliğine buluşmak gibi... Ama kaçımız kum saati akarken, yer veriyoruz bunlara gün boyunca? Herkes bir koşturmada, daha sonra da akşam evde dizi zaplamada... nerde hayat? hele yarının güvencesi yoksa?..
Ekonomi, bilişim ve enerji devi Japonya, değil aylar, değil günler... birkaç saatte ‘elveda’ dedi, büyük şaşasına, biz sabah kahvelerimizi yudumlarken ekran başında!  Belki denildiği gibi, kültür yapısından, halk soğuk kanlı karşıladı olanları, ama sonuç aynı: hazırlıklı beklenen deprem ve tsunami yok etti insanlari, binaları, ve en önemlisi ‘yarın’ı!!!
Dün geçmişte, yarın kesin olmayan gelecekte, ne kaldı elimizde? Sadece bu an! Hissedilmesi, yaşanması, gülünmesi, paylaşılması, tadının çıkarlması gereken bu an! Peki siz neredesiniz şu anda? Güneş görmeyen odanızda...
(*) çakra: insan vücudundaki enerji merkezleri

22 Şubat 2011 Salı

Avaremu...

Dünyaca ünlü bir Hint filmiydi “Avaremu”... konusunu tam hatırlamıyorum, ama müziği aklımda kalmıştır hep... Bir aya yakın bir süre hiç bir şey yazmayıp, avare avare dolaştığımdan olsa gerek, yazıya böyle başlayalım, bakalım bizi nereye götürecek diyorum... kanepede uzanmış, yağmurun yağmasını bekleyerek...

Avarelik iyi bir şey midir?.. Son bir yıla yakın süredir, böyle yaşıyorum... İş güç yok, sorumluluk yok, kimsenin ağız kokusunu çekmek yok... Sanki kulağa hoş geliyor gibi, ama bunun yanında; ekonomik bağımlılık, iş muhitlerinden uzaklaşma, ve “nerede çalışıyorsunuz” sorusuna verdiğiniz cevapla karşılaştığınız ilginç yüz ifadeleri var... ve terazinin dengesinin, günlük ruh halinize göre değişmesi...

Bir arkadaşım, bu sürecin, kendimi daha iyi tanımamla ilgili bir yolculuk olduğunu söylüyor, bakalım son durak neresi? Avarelik yolculuğumda; bol bol kitap okuyor, yeni ortamlara giriyor ve bir yavru köpeğe annelik yapıyorum... Bu süreçte farkettiğim bazı konuları da sizinle paylaşmak istiyorum.

Çalışmadığım, ve buna bağlı olarak ‘arkamdan konuşan insanların’ olmadığı bir konumda olduğumdan, dedikodu veya can sıkıcı laflar konusunda ciddi bir temizlenme yaşıyorum... ‘O, bunu dedi. Bu, bunu yaptı yok!’, gece yatarken veya sabah kalktığımda, sadece kendimle ilgili yapmayı planladığım şeyler aklımda... ‘Hesaplaşmalar, gerginlikler yok!’, iletişimde olduğum insanlar, sadece ben olduğum için yanımda... ‘Sureten diyaloglar yok!’... Uzun lafın kısası, daha rafine insanlarla, daha doğal ve içten bir yaşam... Daha çok yürüyüp, daha çok fark ediyorum rüzgarı ve güneşi, daha çok anlıyorum mevsimlerin değiştiğini, günlerin uzadığını, elime kahvemi aldığımda kokusunu duyarak içiyorum, yağmuru seyrederken... Hayatı sadece yaşamıyorum, yaşananları da izliyorum; sokaktaki, evdeki, alış verişteki insanları daha farklı gözlemliyorum... ama her şeyden önemlisi düşünüyorum! Daha önceleri ne kadar az ‘gerçekten’ düşündüğümü fark edip şaşırıyorum...

Halbuki ne acı, insanların yaşam koşuşturmasında yaşamı hissetmeyi ve düşünmeyi unutması!!!... Herkese ‘avare’olun, ve hayatı duymaya çalışın, bunun için de hiç bir iş yapmayın demiyorum tabii... Ama yaşarken, o koşuşturmada ‘nefes almayı’da unutmayın sadece!

Hayat bir yolculuksa ve zaman da sınırlıysa... Cahit Sıtkı Tarancı ile düşünelim biraz da:

Yaş otuz beş! yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.

Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.

Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.

Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?

Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

1 Şubat 2011 Salı

Sevgililer Günü

­Gazetede sevgililer gününe yönelik birçok organizasyon ilanı görünce, ister istemez reklam edilen bu programları düşünmeye başladım... Genelde ‘hafta sonu konaklama ve bir ünlü şarkıcı eşliğinde gala yemeği’ olan otel, ‘canlı müzikle yemek’ şeklinde restoran ve ‘güne özel hediyelerin belirli indirimler kapsamında olduğu’na yer veren mağaza reklamları var!.. Sıradan, alışılagelmiş bir pazarlama yumağı...

Yanlış anlaşılmasın, ben bazıları gibi, bu günün önemsiz olduğundan, ve tüketim toplumuna yönelik bir balon olduğundan bahsetmeyeceğim, zaten kesinlkle özel bir gün olduğuna da inanıyorum, ama mevcuttan çok daha farklı bir konseptte geçirilmesi gerektiğine de...
Dünyada binbir çeşit sevgili ilişkisi vardır herhalde, ve her ilişki kendine has bir şekilde yaşanır; kiminde duygusallık, kiminde cinsellik, kiminde maceraperestlik... gibi farklı yaklaşımlar ön plandadır. Bu bağlamda “mass production”, toplu sevgililer günü kutlamaları da anlamsızdır...  Mesela gül göndermek, veya sevgililer yemeğine gitmek, hafta sonunu bir otelde geçirmek, tek taş yüzük almak... vs vs vs, kısaca gazetedeki ilanların birine tav olmak!
Önemli olan karşınızdakini gerçekten düşünmek, tüm yaşadıklarınızda vediği tepkilere göre, o kişi için özel olabilecek bir sürpriz hazırlayabilmek, fiyatı önemli değil, ister 10TL’ye mal olsun, ister 1000TL’ye, bu da artık bütçenize göre... Mesela, aksiyon filmlerini çok seven birine; çiçek alıp, yemeğe çıkarmak yerine, Matrix Trilogy dvd serisini almak, çok romantik birine; eski dönemlerde olduğu gibi etkileyici bir mektup yazmak, el yazınızla, hiç elektronik ekipman kullanmadan ve posta yoluyla ona göndermek, scuba yapmayı seven birine, erken rezervasyonla oldukça uygun bir fiyatla, yaz ayları için, dünyanın önemli dalış noktalarından birinde yer ayırtmak, spor seven birine; bir fitness merkezinden üyelik, teknoloji hastası birine, çantasında taşıyabileceği küçük bir notebook almak...
Ne tek taş, ne beş yıldızlı otelde konaklama, sevgilinizi gerçekten önemsiyor ve ona özel hissettirmek istiyorsanız, ona, onun yaşam tarzında bir armağan veya sürpriz çok daha anlamlı gelecektir; detaylara önem veren birine, tüm gün için minik planlamalar yapmak gibi; sabah uyandığında bir balona bağlı, odada uçan bir ‘seni seviyorum’ notuyla başlayan... ve yastığında kalp şeklinde bir çikolata ile son bulan...
Sevgi özelse, her ilişki kendine hassa, her sevgili tekse hayatta, sevgililer gününde de ilişkiye uygun bir program yapmalı... nasıl rockçu, popçu olmayı istemiyorsa, her bayana  ‘Barbie’, her erkeğe de ‘Prince Charming’ beklentisiyle bakmak niye?..
Bu yazıya özel, bir şarkı; Elvis Costello, “SHE” –  soundtrack, Notting Hill, 1999
She
May be the face I can't forget
The trace of pleasure or regret
May be my treasure or the price I have to pay
She
May be the song that summer sings
May be the chill that autumn brings
May be a hundred different things
Within the measure of a day
She
May be the beauty or the beast
May be the famine or the feast
May turn each day into a heaven or a hell
She
May be the mirror of my dreams
The smile reflected in a stream
She may not be what she may seem
Inside her shell
She
Who always seems so happy in a crowd
Whose eyes can be so private and so proud
No one's allowed to see them when they cry
She
May be the love that cannot hope to last
May come to me from shadows of the past
That I'll remember till the day I die
She
May be the reason I survive
The why and wherefore I'm alive
The one I'll care for through the rough in ready years
Me
I'll take her laughter and her tears
And make them all my souvenirs
For where she goes I've got to be
The meaning of my life is
She
She, oh she

Sevgililer gününde sevginiz bol, sürpriziniz çok olsun...

25 Ocak 2011 Salı

B e k l e n t i l e r ( & Sukut – u Hayaller) . . .

Hep beklentilerim yüksek olmuştur; kendimden, ailemden, çevremden, toplumdan... genel olarak yaşama dair herşeyden... Ve, benden beklenenlerin de yüksek olmasını tercih etmişimdir her zaman... Ama zamanla bu durum, olumlu değil olumsuz bir hal aldı benim için. Herkes “idare et” veya “bu kadarıyla kabul et” derken, beklentilerin yüksek olması neye yarıyordu ki?..                                    
Sadece ‘Sukut – u Hayal’e...

Bu bağlamda, “Az’a kanaat etmeyen, çoğu bulamaz” gibi sözler ve öğretileri de anlamsız, ve insanları tembelliğe iten tavırlar olarak değerlendiriyorum. Her zaman daha fazlasını istemeli ve bunun için uğraşmalı... hem kişisel gelişim, hem de hayat yolculuğumuz için...
Daha çok aşk istemeli insan; daha çok sevgi, daha çok paylaşım...
Ve daha çok inanç istemeli; huzur için, mutluluk için.

Daha çok özgürlük için çırpınmalı, sadece uçmak için değil, denizleri de aşmak için...
Aynı zamanda daha da köklenmeli toprakta; daha dik, daha güçlü durabilmek için...

Daha çok dostluk olmalı hayatta; anlatmak ve belki de ağlamak için,
Ve daha çok gülmeli insan, gerçekten yaşayabilmek için.

Daha çok dinlemeli, anlamalı, tartışmalı...
Ve daha dürüst olmalı; büyümek ve gelişmek için.

Daha çok “biz” diyebilmeli, bu; “ben”nin gerçek değeri...
Ve daha çok birlikte yürüyebilmeli, yalnız düşmemek için.

Daha çok para da istemeli.. şan da... şöhret de...
Sunulan tüm lütuflardan yararlanabilmek ve zevk de alabilmek için...

Hiç bir zaman “ben bu kadarım” dememeli, her zaman atılacak bir adım, açılacak bir kapı, gidilecek bir yer, sevilecek bir insan, okunacak bir kitap daha vardır... Ama bunlar ‘tam layıkıyla’ yaptığımızda anlamlıdır, ‘idare ederim’lerle olmaz. Çünkü o zaman hayat da seni idare eder, asla ödüllendirmez!

20 Ocak 2011 Perşembe

Beş Buçuk...

İki haftaya yakın bir süredir, normal rutininden oldukça farklı geçiyordu ki hayatım, çok çok uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla, karşılıklı biralarımızı içer, sohbet ederken; uyukuya dalmış olan yazma iç-güdüm birden canlanıverdi. Ne de olsa birçok farklı deneyim yaşamaktaydım, çevremdekiler yaşarken “dün’ün aynısı”nı...
Çeşitli durumlarda söylenen bir söz vardır; “Çok sabah erken, kuşlar öterken...” genellikle espiri olsun diye. Ama benim için bu durum; her güne başlangıç halini aldı son iki hafta içinde. Şu anda 8 haftalık olan, evimizin yeni ferdi Limon; golden retriever yavrumuz sayesinde...
Yeme ve tuvalet alışkanlığı henüz tam oluşmamış olsa da, her sabah 05:30’da, ihtiyaç gidermek için beni en sevimli haliyle uyandıran ufaklık!.. Tabii benim de evin içi yerine, balkonda kendine ayrılan bölümü kullanmasını tercih edişim... İşte, bu durumda, her sabah erken, kuşlar öterken uyanıyorum...  Kışlık pijama giymeyi sevmediğimden de, ince askılı pijamam ve bazen terliklerim de Limon tarafından gece boyunca oyuncak olarak sağa sola savrulduğundan, yalın ayak kendimi balkona atıyorum; çünkü yavrumuz yalnız dışarı çıkmayı istemiyor...
Sadece sabah 07:00 İstanbul uçağı için yola çıktığımız bu saatte, başka bir neden için hiç uyanmamıştım, son zamanlara kadar... Ama herkes uyurken ve gün ağarırken, sabahın bu erken saatinde son 2 haftadır, dinliyorum ağaran semayı, ve soluyorum belki de en temiz havayı... En çok 5-10 dakika kalıyoruz balkonda ama, yüzüme vuran çiğ, üşüyen kulaklarım, kızaran ellerim, ve sırtımda, ayaklarımda hissettiğim soğukla, sanki daha bir hissediyorum her nefesimi... Derin derin çekiyorum içime nemli havayı ve sanki her hücremin uyandığını, hatta isyan ettiğini hissediyorum yorgan sıcağından sonra karşılaştığı kış sabahına...
Aklıma bir sürü şey geliyor bu kısa sürede... genel konular, özel konular, hemen çözümlenecek sorular, hayat harcanacak sorunlar... Sonra koşarak içeriye giriyoruz, morarmaya başlayan tırnaklarımla... Sanki o uyanış, beni tekrar uyukuya hazırlıyormuş gibi, bir yarım saat daha dinleniyorum, sokulup yorganıma, biraz sonra yemek isteyecek ‘bebek’, koşarak atılacak üstüme, soğuğun şokunu atlatınca patilerinde...
Merak ediyorum, kim uyanıyor o saatte diye, kim kendini vuruyor çiğ kokan, solan geceye... Kim derin derin soluyor o havayı ve düşünüyor benim gibi hayatı... Hafif sarhoş olup uyumak istiyor yine... reddederek gelen sabahı...

9 Ocak 2011 Pazar

Kış Güneşi

Kış güneşi güzeldir, mutlu eder insanı... ama zamansız baharları da beraberinde getirir. Isısından sarhoş olan ağaçlar, çiçek açar, göğe uzatır kollarını. Ama gün dönünce akşama, çiçekler dayanamaz karanlık soğuğa...

Sıcacık bir Pazar günüydü, kısa bir süredir devam eden soğuk havadan sonra, sanki bir hafta öncesinde güneş yokmuş gibi, ya da gri bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, bıraktık kendimizi güneşe... Girne dağlarında, denize nazır bir ev ziyareti sonrasında, güneşin önce hafifçe tenimizi okşamasına, sonra da kemiklerimizi ısıtmasına izin verdik, akşam oluncaya, güneş ‘kaçıncaya’ kadar...
Dağlar, ağaçlar yemyeşildi. Bir iki günlük yağmurun ardından, güneşte ışıl ışıl parladılar... İnsanın mutlu olamaması gibi bir durum söz konusu değildi... Tertemiz bir sema ve doğanın uyanışı vardı sanki havada... Yağmurlu günleri genelde daha çok sevmeme rağmen, kendimi güneşte mest olup, mayışmış bir kedi gibi hissediyordum... Sanki zaman durmuş, tüm düşüncelerim, kaygılarım, çözümlemem gereken her konu, çok uzaklarda kalmıştı...
Akşam evde, soluduğum havanın özlemiyle, balkonda vakit geçirmek istedim... Gün ışığı henüz tam olarak yok olmamış olsa da, bir çiğ vardı havada, soğuk bir çiğ; ısınan kemiklerime vuran... Göğü saran karanlığı izlerken, zamansız güneşleri düşündüm bir yandan; hayatımızda yer alan, bize zamansız baharlar yaşatan...
O duygu,
O heyecan;
Sanki bizi kıştan, bahara
Bahardan, yaza taşıyacak o nefes...
Bulutların sadece beyaz pamuk parçaları,
Güneşin hep aynı tatlılıkta kalacağını düşündüğümüz o umut,
Nasıl kararır kış güneşi kaybolduğunda!
Nasıl acır canımız ve ararız aynı sıcaklığı zamansız...
Kış olduğuna inanmak istemeyiz,
Artık bahar geldi deriz...
Ancak bekleyen soğuk rüzgar, biçer yeşeren duyguları,
Üşürüz, yorgun ve kalbi yaşlı...

6 Ocak 2011 Perşembe

“Demek polis yardım ediyor!...”

“Sarı, bu iyi... Mavi, düşman bunlar, düşman!... Kırmızı, kötü bunlar... Beyaz, demek polis yardım ediyor...” Ayda Aksel,  ‘Kaçıklık Diplomasisi’ filminde işte bunları söylüyor; yarattığı dünyada, savaşırken hayali düşmanlarıyla... Çoğu sinema sever, kitap sever; pek ilgilenmez psikolojik film ve romanla, hele Sybil gibi dehşet verici gerçek deneyimleri içeriyorsa. Ama, benim özel bir ilgim var, işin içinde ‘a-normalite’ çoksa...
Psikolojik hastalıklar ve isimleriyle ilk kez Lise 2’de Muharrem Hoca’nın psikoloji dersinde tanışmıştım... Bize ‘mani-depresif’, ‘şizofreni’ ve ‘paranoya’yı anlatmıştı ilk derste... ve “vay be” demiştim, “deli, deli deyip geçiyoruz ama, ne hikayeler var her bir beyinde!”... Edebi eserlerde bir çok ‘hasta’ karakter konu edildiğinden, ‘edebiyatta karakter analizi’ favori ders içeriği, Edgar Allan Poe ise, incelediğim yazar olmuştu, araştırma modulünde, üniversitede... İnsan düşünce ve davranışlarına ilgim, eğitimim sonrasında hep devam etmiş, hep ilgilenmişimdir, farklı çalışan beyinlerle...
Tabii okunan, yazılan, filmi çekilenler, hep uç noktalardaki hastalar... ne de olsa onların hayatları başlı başına birer masal; kimi çok karakterli yaşar kendinden habersiz, kimi ise hayali yaratıklarla savaşta ‘buzlar çözülmeden kaymakamı bekleriz!’ (*)... Ama bu kadar ekstrem olmayan ve gerçek hayatta karşılaştıklarımızdır aslında, hayatı bize gri ya da siyah yapan!..
Çünkü teşhisi konmuş olanlar; ilaç , terapi, eğer kendi ve toplum için tehdit oluşturulacağı düşünülmüşse, yataklı tedavi ile yardım görmekteler. Ya bu derece rahatsızlıkları belirgin olmayan, genelde davranış bozukluğu olup, hayatımızda, çevremizde, iş yerimizde olanlar veya karşımıza çıkanlar?..Mesela kontrol delisi, kimseye güvenemeyen amirler, ‘hep ben bilirim’ci iş arkadaşları, dost geçinen maskeliler, kuyu kazanlar, aptal yerine koymaya çalışanlar, ‘öküz öldü, ortaklık bozuldu’cular gibi saymakla bitmeyen, hemen hemen hepimizin hayatında olan “sinir bozucular”!!! Aslında, asıl dikkat edinilmesi gerekenler; bizi gerçek hasta yapabilecek potansiyeldekiler... atsan atılmaz, satsan satılmaz hayat törpüleri bunlar!
Peki ne yapmak lazım? Aynı şekilde cevap vermek mi, sineye çekmek mi çözüm? Yapılabiliyorsa iletişimi kesmek en hayırlısı da, mümkün olmuyor bu her durumda... Belki de, en iyisi ‘deli’ olup, bu insanlar yokmuş gibi davranmak... ve ‘cümbüş’ ü seyre dalmak ‘bir tiyatro denilen hayatta’...
Sorun, ikili ilişkideyse, kestirip atın! O iş orada kapansın!
İş hayatında bir sorun varsa, en iyisi “t’ye sarmak”, amaç sadece para kazanmak!
Aile arıza çıkarıyorsa, takma... zamanla bulunacaktır bir ortak nokta!
Arkadaşlarsa sorun, uzatma... herkesin süreli bir misyonu var hayatımızda...
Aç camı, kapıyı, bak semaya, 10 derin nefes al, tüm ruhunla...
Hayat güzel, sen güzel bu dünyada, olacaktır bir kaç arıza, anlamak için iyiyi zamanında...

(*) "Buzlar Çözülmeden", sinema filmi, 1965.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Resimdeki Gözyaşları

“Bir gün belki hayattan,
Geçmişteki günlerden,
Bir teselli ararsın,
Bak o zaman resmime...”

Siyah – beyaz, sarı ve renkli fotoğraflar; ne kadar çok şey anlatırlar ve neler neler saklarlar, objektiflere gülümseyen gözlerde... Çocukluğumdan beri çok severim, eski albümleri karıştırmayı, tanımadığım insanların solan resimlerine bakarak, farklı hikayeler kurmayı... Zaman geçtikçe, albüm geleneği yerini elektronik dosyalara bırakmış, ve aldığım zevk azalmış olsa da, bir çok detay ve duyguyla karşılaşırım, bilgisayar ekranında da...
Yine resimlere bakıyordum, bir sosyal paylaşım sitesinde... Bir kutlama albümü, ve o albümde bir aile fotoğrafı vardı; beni etkileyen, hüzünlendiren ve içime işleyen... ‘Evde kurulmuş bir sofra, sofrada sağda 70’li yaşlarda bir baba, solda 60’lı yaşlarda bir anne oturuyor, arkalarında 30’lu yaşlarda ama yaşından daha yorgun görünen genç bir adam. Mutlu olmaya ve gülümsemeye çalışıyorlar; gizlemeye çalışarak hayal kırıklıklarını, yenilgilerini ve hüzünlerini...’ Ama olmuyor işte!  ‘o çatlak duvarlı evde’, istenilen, hak edildiğine inanıldığı halde, yaşanamamış bir hayatın gölgesi var yüzlerinde... omuzlar düşmüş... her şey için çok geç olduğuna inanıyorlar artık... Oysa, 74 Savaş sonrası ne büyük umutlarla sahip olmuşlardı oğlularına, onu çok güzel bir gelecek bekliyordu, yarında... Ama hayat, umdukları gibi devam etmemiş, bir çok sağlık problemi yaşamıştı çocuk büyürken, bir de süre gelen maddi sorunlarla geçen 30 yıl, hayal edildiği gibi olmamıştı, o hanede... Üstelik politik görüşleri sebebiyle, iktidar hükümetleri tarafından ‘görünmeyen bir grup insan’ arasındaydılar; onların yüksek mevkide tanıdıkları yoktu! Olsaydı, belki bir devlet işi ayarlanırdı adama, ama mecburdular bu kaderi yaşamaya, bu durumda...Oy potansiyelleri ise hiç yoktu; yani muhalefetin de onlara ayıracak zamanı yoktu... Değerini her gün kaybeden mahallelerinde, komşuları birer birer daha iyi bölgelere taşınırken, onlar eski arabalarının tamiri için harcıyorlardı ellerine geçen parayı, bir de oğlularını okutmak için saklıyorlardı...
Şoför olan ve evini geçindirmeye çalışan adama, karısı ne kadar mutfak ve diğer giderlerden keserek destek olmaya çalışsa da, ayın sonu zor geliyordu... Allahtan ölen annesinin evine yerleşmişlerdi Savaş sonunda, bir de ev kirası dertleri yoktu... Ancak yaşıtları gibi hızlı gelişememiş oğlunun, hep dalgın, hep depresif hali çok daha fazla üzüyordu adamı... Evet, parasızlık zordu, ama gözleri hep hüzünlü bakan, hatta mahallenin yeni yetmeleri tarafından hor görülen ve aşağılanan oğlu için çok daha fazla üzülüyordu...
Şimdi 30’lu yaşlarında olan oğlu, bin bir zorlukla bir resmi daireye girebilmişti, ama onun çocukluktan beri yakasını bırakmayan şansızlık, devam ediyordu yaşamında... Hayatını bir türü kuramıyor, ve çevresi ona hep ‘yokmuş’ gibi davranıyordu...
İşte tüm bu hüzün, ısdırap ve savaş, gülmeye çalışan gözler ardında, bilgisayarımın ekranından işliyordu ruhuma...Neşe ile baktığım resimler arasında bu kare; ‘evde kurulmuş bir sofra, sofrada sağda 70’li yaşlarda bir baba, solda 60’lı yaşlarda bir anne oturuyor, arkalarında 30’lu yaşlarda ama yaşından daha yorgun görünen genç bir adam’ neler neler anlatıyordu bana...
“Benden sana son kalan,
Bir küçük resim şimdi!
Cevap veremez ama,
Ağlar yalnızlığına...”

* Resimdeki Gözyaşları – Cem Karaca