30 Aralık 2013 Pazartesi

“Karma” ve Küçük Kedi Yavrusu



Karma kelimesiyle ilk tanışmam, Pop Star Tarkan’nın bir dergi ile yaptığı söyleşide olmuştu sanırım, 90’lı yılların ikinci yarısında. Karma’ya inandığını söylüyordu ve benim bu kelime ile ilgili hiçbir fikrim yoktu... Neydi ki inandığı? Her inancın beğendiği taraflarını alıp, kendi inanç şeklini mi oluşturuyordu acaba?.. Yoksa başka bir şey miydi bu karmaşa?.. Zamanla, çok da fazla kafa yormadan, ben de herkesin kabullendiği, ancak ‘kısmen’ doğru karma tanımına adapte etmiştim kendimi; ‘ne ekersen onu biçersin’.

Karma dendi, geçmiş yaşam dendi, tamamlanmamış hayat tecrübeleri dendi de, tam olarak ne olduğu hiç dillenmedi, ya da kelimeyi kullananlar, anlamını tam olarak bilemedi.

Bu kelime ile barşımam, bir başka deyişle ne olduğunu anlamam ise; 2012 yılında katıldığım yoga eğitmenlik programında oldu. Ne de olsa işin felsefesini, kültürünü de bilmek gerekiyordu, ve artık kulaktan dolma veya sağdan soldan okuma bilgiler yetersiz kalıyordu. Doğrudur; bir ekme biçme olayı temelde vardı, ama daha birçok denklem ve çözüm de vardı. Yaşadığımız ve etkileştiğimiz her olaydan bir karma yaratıyor, ve rolleri değişerek hayatımızın başka bir döneminde, benzer bir olay içinde kendimizi buluyorduk. O zaman, bir ders almamız gerekiyordu. Farkedebiliyorsak, karma tamamlanıyor, farkedemiyorsak da benzer tekrarları, yeniden ve yeniden yaşıyorduk... Çok basite indirmek gerekirse; aldatmışsak aldatılıyor, tepkisiz kalmışsak bize karşı tepkisiz kalınıyor, üzmüşsek üzülüyorduk...

2013 yılı sonu da; benim farkettiğim bazı karmalarımın tamamlanması şeklinde oldu. Özellikle son iki ayda; daha önce rollerim farklı olan durum ve olaylarda buldum kendimi, ve bir şekilde bunları görebilmekten mutlu oldum. Anlayamadığım kişilerin yerinde olup, ne hissettiklerini yaşadım, önce farketmeden, sonra farkederek... Bu yıl için, iyi bir son oldu yani; bazı hesapları, soruları, defterleri kapama şansına sahip oldum, tekrarları anlayarak ve cevaplarımı bularak...

Aslında birer kedi yavrusu gibi hayatta, oradan oraya taşınmaktayız değişik şartlarda. Her insan, her olay, her mekan gibi yaşamda; hepsinin bir misyonu ve bir amacı var yolumuzda. Bu yolda; yani sayılı günlerden oluşan hayatta, en güzel karma; sevmeyi öğrenmek her koşulda. İnsanları kötü taraflarıyla da, iyi taraflarıyla da, yargılamadan ve sorgulamadan severek, eker biçersek zamanında; yavru bir kedinin oyunu gibi, kolay olacaktır herşey bu oyun parkında...

2014 yılınız sıcak, sevgi dolu ve neşeli geçsin =) 

Boğ-ma!.. Boğul-ma!..



09:30 (mesaj) “Günaydın canımmmmmm, iyi haftalar =))”
10:00 (mesaj) “x”
12:30 (mesaj) “Günün nasıl geçiyor? Öğlen n’apıyorsun?”
14:30 (mesaj) “Ne zaman buluşuyoruz?”
16:30 (mesaj) “Hafta sonu Ayşe’lerde toplanılıyormuş, gideriz değil mi?”
17:30 (mesaj) “Kaçta geliyorsun?”
....18:30 (soru) “Günün nasıl geçti canım? Neler yaptın?” (yorum) Anlatacak birşey kalmış gibi?!?!?!?!?

Tüm gününü bu şekilde geçiren insanlar tanıyorum. Sabahtan akşama, arkadaşları, sevgilileri veya eşleriyle sürekli bir mesajlaşma hali içinde... Bana garip geliyor doğrusu, belki gariplik bendedir ama; bu dostluklarda ve ilişkilerde “iyi günde, kötü günde.... ölüm ayırana kadar” kısmı yanlış anlaşılıyor benim gözümde...

İlk okul, matematik derslerinde “kümeler” konusu vardı, bilmem hatırlar mısınız? Olimpiyat halkalarını anımsatırlardı hep bana. Kesişen kısımları olan, ama ayrı kısımları da bulunan daireler... Zaman geçtikçe, bu şekiller bana ilişkilerin ideal resmi gibi görünmeye başladı. İnsanlar; bireyler; birbiriyle kesişen, ortak paylaşımları, değerleri, yaşanmışlıkları olan, ama diğer kısımlarıyla da farklılaşan bireyler...  Farklılaşırken, özgürleşen, öğrenen, deneyimleyen ama ortak kesitinden kopmayan ve bu farklılıkları orada paylaşarak, birbirini zenginleştiren kişiler, ilişkiler...

Ama zaman zaman, bu dairelerde, bir tanenin daha baskın bir şekilde, diğerini çevrelediğini ve hapsettiğini görmüyor, yaşamıyor değiliz!.. Sürekli yapışık ikiz olma talepleri, sürekli birbirine benzeme eğilimleri, karşıdakini yeniden şekillendirme istekleri...Kısaca, bir kıskaçta boğan ilişkiler!

Bir yerde okumuştum, tam yazarını hatırlamıyorum ama; bu boğma durumlarının altında, kişilerin değil, yaşanmak istenen beklentilerin olduğunu söylüyordu. Yani, reforme edilmeye çalışılan durum; karşıdaki kişinin eksiklikleri olarak göreceğimiz şeylerden çok, bizdeki beklentilerin, yaşanmak istenen duyguların, karşıdaki muhatap farketmeksizin, ortaya çıkan, bir yansıması olduğu belirtiliyordu... ve doğal olarak böyle durumlarda, her tür ilişkinin çıkmaza girmesi, nefessiz bırakması beklenmekteydi. Tabii ki ilişkiler, birlikte yaşanmalıydı; hücre arkadaşlığı olmadan, ve tabii ki arkadaşlıklar olmalıydı; mecburiyet hissi yaratmadan...

Bu yüzden, bir durup gözlemlemek gerek yaşadıklarımızı, talep ve yargılarımızı. Çoğu cevap bizde saklı, tek yapmamız gereken boğmak yerine, nefes almalı...

Erkeğe verilen söz...



Facebook’ta ne var ne yok, bakıyorum... Yeni fotoğraflar, güncellemeler, gönderiler ve göndermeler... Gerçekten de sosyal medya çok hızlı, sürekli yeni birşeyler düşüyor önüme... Bir arakadaşımın paylaşımını okuyorum, Aziz Nesin’den “Bir kadına ne verirseniz verin, onu daha büyük hale getirir...” diyor ve şöyle devam ediyor; “... Ona bir ev verirsiniz, size bir yuva verir. Ona sebze verirsiniz, size yemek verir. Ona bir gülücük verirsiniz, size kalbini verir. Kendisine verileni, çarpıp çoğaltarak geri verir... Bu yüzden ona çamur atarsanız, karşılığında bir bataklıkta boğulmaya hazır olun!”

!!!... Aziz Nesin hiç gücenmesin ama; bence bu satırlarda çizilen kadın resmine ya biz yetişmedik, ya da O, kadınları tanımamış diye düşünüyorum, ve aslında söylediklerinin son kısmından çok, ilk kısımlarına; “hesapta” olumlu söylemlerine hiç katılmıyorum...

Zaten, genelleme yapılan “ilişkiler” konusunu doğru bulmuyorken, tavırları seksist olarak sınıflandırmayı, hele hele günümüzde bir çok ilişkinin “yuvayı dişi kuş yapar” modelinden çıktığını düşünürsek; anlatımı “geçersiz” olarak nitelendirebilirim diye düşünüyorum...

Ama üzerinde bu kadar konuşmuşken; yuva, yemek ve kalp geri ödemelerini liste dışı bırakıp, benim bir erkeğe verebileceğim olumlu ve olumsuz yani bataklık sözlerimi de toparlamak istiyorum.

Evet; Aziz Nesin’nin ön şartlarını değiştirmeden; olumlu durumlar sözlerim: Bir erkeği sevebilirim, her ne kadar bir gülücüğe kalbimi vermesem de, karşımdakini baymadan, sürekli sevgi ıspatları/sınavları koşul olarak koymadan sevebilirim, aynı duyguyu hissediyorsam tabii...

Dırdır etmeden, karşımdaki kişinin kararlarına öncelikle saygı duyarak, o ilişkiyi devam ettirebilirim: Zaten onun annesi, ablası, mentoru olmak gibi bir arzum yok! Eh... birlikte olduğum kişinin de, en azından normal bir zeka ile, kendi kararlarını verebilecek olgunlukta olduğunu, herşeyin başından kabul ettiğimize göre; “kafa ütülemeyeceğime” rahatlıkla söz verebilirim. Zaten söylenerek kim? ne diye değişsin ki?... Karşılıklı olarak, bu “paket”i, tüm yanlarıyla iki tarafta kabul ediyor olmalı!.. Bir konuda öneri yaparsın, kendi doğrunu söylersin o kadar! Uzatmanın bir manası yok.

Yapışık ikiz gibi, herşeyi birlikte yapmayacağımızın altına imza bile atabilirim! Her nefesi birlikte alınca; konuşacak, paylaşacak, gülecek, destek olacak... Ne kalıyor ki? Çok tehlikeli!


Benim için özel ve önemli şeyler; bu dile getirdiğim bir durum da olabilir, sadece doğum günü/özel gün olarak algılanmasın, hatırlandığı sürece; pahalı hediyelerin çok da bir anlamı olmadığını söyleyebilirim. İşte buradaki durum; Nesin’nin kalpten gülücüğüne bir gönderme olabilir.

Ama...
Genel olarak; gerek yalan söyleme ile, gerek 3. bir şahısla Bermuda Şeytan Üçgeni’nin oluşturma ile, ve en önemlisi ilişkinin özde değil sözde gidişatı ile karşı karşıya kalırsam; ki işte benim için bu “çamur” olarak kabul edilebilir; o zaman daha farklı bir söz veririm!.. Ancak, yine de bu Aziz Nesin’nin bataklığına benzemez!

Bana değer vermeyen biri ile durup muhatap olmam, hatta o andan itibaren tanımam. Eğer bir bataklık varsa; elimi uzatmam, oradan çekip çıkartmam... Verebileceğim söz; arkama bakmadan yürümek olur... Bataklıktaki de sisli bir akşamda kaybolur...

Yolcu

Yağmur yağıyordu, ılık bir yağmurdu...zevkle yağan, sanki yağmaktan mutlu olan. O, bu yüksek tepede, eski mermer sahanlıkta, yağmurun altında, yerde oturuyordu, ve sadece beyaz mermere vurarak zıplayan, zıplayarak dans eden damlacıkları seyrediyordu...

Ne kadar süredir yağmurda oturuyordu? Zamanın farkında değildi, ama keşişlerin giydiği ve ona verilen kumaş elbise artık ağırlık yapacak kadar ıslanmıştı... Ayağa kalktı, kendi kadar ağırlaşmış kumaşı orada bıraktı ve alttan giydiği keten pantolonuyla yürümeye başladı, beyaz mermer koridorda. Vücudundaki tüm hücreler, sanki temiz havayla buluşmanın hafifliğine ulaşmıştı, kalıntı duvarlar arasından çıktı, mermer patikada tepenin en yüksek noktasına doğru giderken, bu görkemli ama yıkılmış yapının nelere şahit olduğunu düşündü... Acaba kendi gibi yolcular da buradan geçmiş ve O'na varmış mıydı?..

Dünyanın en önemli şehirlerinden birinde, herkesin gıpta ettiği yaşamından bir hırsız gibi gizlice kaçmıştı. Ne erkeklerin hayalini süsleyen sevgilisinin bundan haberi vardı, ne de sekreterinin... Onu en son havalimanı park yerinde; nerede tanıştıklarını hatırlamadığı bir kadın görmüştü. Ona da kimse birşey sormazdı zaten...

Bu çok uzak ülkenin, belki de unutulmuş köşesine, bir telefon görüşmesi aracılığıyla gelmişti, beklemediği anda gelen ve duyduğu sesle irkilmesini sağlayan, o telefonla... Uzun ve bağlantılı hava ve deniz seyahatlerinden sonra, tabiri caizse; tüm kimliğini yolculuğun başında bırakmış, çıplak ve ham haliyle oradaydı artık, tepenin en manzaralı yerinde.

Son mermerden, ıslak otlara basarak koruya doğru inmeye başladı. Hala yağmur yağıyordu, ama daha hafif ve serin bir şekilde... Tepeden hızlıca, koşar gibi koruya doğru indi. Bu yolun, onu tüm korkuları ile yüzleştirecek, hayatını değiştirecek, belki de tanıyacağı en farklı kadına götürdüğünü biliyordu...
Nasıl bu raddeye gelmişti? Bir hafta önce, biri ona bu yolculuğa çıkacağını söylese, güler, dalga geçerdi! Ama şimdi burdaydı...

Küçük koru, gümüş renkli gölü çevreliyordu, yavaşça göle doğru yürüdü. Hafif yağan yağmur, ağaç yapraklarından toprağa ulaşamıyor, ama yapraklara, ağaç gövdelerine vurarak müzik gibi ses çıkarıyordu... Sanki bu seste, zaman yok oluyordu, ne geçmiş, ne de gelecek vardı... Ne soğuk, ne sıcak vardı, ne gece, ne gündüz, ne yaz, ne kış... Sadece yağmur sesi vardı...

Ağaçlar arasından, göle vardı. Kocaman, cam gibi, gri beyaz bulutların yansıdığı, ayna gibi gölün kenarında, eski bir sütun kalıntısı olduğu belli, büyük mermerin üzerine oturmuş birini gördü. Ona doğru yürürken, siyah lacivert o gözler, üzerine kilitlenmişti... Zaten gelmesini beklediğini biliyordu, ama yürürken tereddüt etmeye başladı...
Ne yapıyordu burda?
...

İşte tüm korkuları ile yüzleştikten sonra, ayrılık vakti geldiğinde, bana bunları anlatmıştı, yolculuğunun başındaki halini bilmemi isterken...

Ara-lık



Aralık ayının herkes için farklı bir anlamı vardır elbet, yılın son ayı olması dışında. Kimileri için parti ve eğlence zamanıdır, kimilerinin doğum günü vardır, Hristiyan ülkelerde tatil, güney yarımkürede yazdır... Benim Aralık ayı ile ilgili ilişkim ise “son”landırmalarla alakalıdır. Sürüncemede kalmış konularımı, zihnimi meşgul eden olay ve insanları, hep bu ayda bir kez daha değerlendirir, kendimce tartar, ölçer, ona göre yol alırım bir sonraki yıla.

Yani benim için kapattığım kapıları ara-lama, ara-lıklardan yeniden içeriye bakma, görmek istemediğim, ötelediğim, belki kaçtığım konularla yüzleşme aydır Ara-lık!.. 

En çok da ikili ilişkilerde aralarım kapıları. Kapının arkasına sakladığım, irdelemem gereken konuları, ter tek karşıma alır, bazen yaraları tekrardan açar, tekrardan kanar... bazen de iyileştiririm hasta konuları... Bu ayda vereceğim kararlar, bağlar gelecek yarınları; ayrılıkları ya da yoldaşlıkları...

Aslında herkesin hayatında, zamanı, ayı farketmez, böyle bir süreç olmalıdır hesaplaşmalara, belli bir dönemin muhasebesini yapmaya ve karar almaya. Rolantide kalmış şeyler bizi ileriye ve iyiye taşıyamaz çünkü, hatta ağırlaşır omuzlarımızda, daha zor bir hal alır hareket zamanında...

Dur diyebilmeli, başla diyebilmeli insan hayata! Bırakmamalı yaşamının kontrolünü başka insan ve olaylara. Zaman zaman inanmayı seçsek de ilahi plana; seçmiler bizde saklı aslında...

2 Aralık 2013 Pazartesi

Batan Gemi!



Genellikle Pazar geceleri yazıyorum okuduğunuz satırları; gece yarısı sonrası, heryer sessiz ve uyukudayken, hafta boyunca başıma gelen ve zihnimi meşgul eden olaylar veya dolaylı olarak etkilendiğim yaşanmışlıklardan esinlenerek... Sanki hayali bir sepetim varmış gibi, konuları orada biriktirip, ona göre paylaşmaya karar veriyorum, bir yerde kendimi anlatmaya geçerek...

Siyaset, din veya kişiye göre uçlarda olabilecek konuları yazmayı sevmiyorum. Fikir sahibi olmadığımdan değil elbet, ama bunları tartışmayı sevmediğimden. Aslında, bu konularda  yazan/konuşan birçok kişi kadar analiz ve yorum yapabiliyorum ama; “lafla peynir gemisi yürümez” sözüne istinaden, seyretmeyi tercih ediyorum bu insanların hallerini; aynı noktada, döne döne, başı dönenleri!

Ancak, bu hafta, ben de iki çift laf etmek istedim malum konuda; peynir gemisini yürütebileceğimden değil ama, en çok sepetimde beni meşgul eden ve dinlediğim için bu hafta boyunca...

Politikaya inanmam! Ülkemizdeki siyasi partilerden hiçbirine sempati duymam ve duyanlarla da pek tartışmam! Gerçek ekonomisi olmayan bir toplumda, ya ona ya buna “bağımlı” yaşam arasında sürekli tercih yoluna gidilen bir yerde; ülke-devlet-görüş-iktidar-muhalefet gibi kavramların gerçekliliğine inanmam. Hatta analitik düşünebilen/bildiğini iddia edenlerin de, bu kavramlar çerçevesinde aynı nakaratları seslendirmesinden pek hoşlanmam...

Ama asıl hoşlanmadığım; “boş eleştiriler”dir; her konuda, özellikle sözde ‘icraatler’ karşısında. Eleştiri, doğru ve gerçekçi yapıldığında; amacı, karşıdaki tarafı daha iyiye yönlendirmek, farklı açıları göstermek ve daha iyi çözümler üretmek olmalıdır. Eleştiri adı altında, sırf sizden farklı düşündüğü/inandığı için saldırılar varsa, bu asıl amaçtan çok uzak; çözüm değil, daha çok düğüm yönünde bir hareket olur.

Gündemi takip edenler ve buraya kadar bu sıkıcı konuyu okumayı tercih edenlerler, belki nerden bahsettiğimi tahmin edebilirler, ama tahmin edemeyenlere yazının özü; daha iyi bir “yol” bilmiyorsan, bulmaya çalış! Bunu sırf kendin için değil, hele siyasetle uğraşıyorsan toplumun için yap! Yap ki; gemi biraz yol alsın! Peynirler küflendi, gemi su aldı, millet daha rotada anlaşamadı!.. 

Bu gidişle tek bir cümle yankılanacak; “Batan Geminin Malları Bunlar!”