Ağustos böceklerinin sesi, sinirlerini bozuyordu. Sıcak ve
nemli hava nefes almasını daha da zorlaştırırken, bu ses!... hem sanki içindeki
karmaşıklığı yansıtıyor, hem de yaşadıklarını daha da zorlaştırmak için
gittikçe artıyordu...
Otel odasının kliması çalışmadığından, belki bir umut,
dışarısı serin olur diye camı açmıştı. Ama bu kez de bütün gece sivri
sineklerle uğraşmıştı. Hoş, sivri sinekler önem sırasının en altındaydı. Ancak
belki sinirini, içinin dalgalanmasını ve tepkisini gösterebileceği tek ‘anlatılabilir’ neden olduğundan, sinekleri
gündem maddesi yapmıştı.
Hem nemden, hem de sineklerden uyuyamadığını söyleyecekti,
asıl sebep bunlar değildi tabii; içini allak bullak eden, hayatının kontrolünü
kaybettiği olaylar dizisinin sonunda, ne yapacağını bilemez, ne kalbini, ne
mantığını dinleyemez, kullanamaz, çıkmaz yolun sonunda, kala kalmıştı tek
başına...
Soğuk bir duş alıp, giyindi. Hiç sevmediği sarı keten eteği
ile bir beyaz tshirt giydi, ve çok rahat olmayan, parmak arası şeffaf terliklerini.
Neden bula bula bunları getirmişti ki yanında? İnsanlar sevmedikleri, rahat
olmadıkları kıyafetlerle, daha da sıkıntılı olmazlar mıyıdı?.. kendi halinin
vahimliği yetmezmiş gibi! Eve dönünce hem bu eteği, hem de bu terlikleri atmaya
karar verdi, zaten anımsattıkları şeyler de ‘hatırlanacak’ gibi değildi...
Aşağıya indi, olaylardan habersiz insanlar kendini
bekliyordu. Acaba huzursuzluğu dışarıdan belli oluyor mu diye düşündü, onlara
doğru yürürken... Çok sıcaktı, ve nefes alamıyordu. Nefessizlikten ve nemden
ölebilir miyidi bu gün?.. Belki de iyi olurdu... Ama hayatını bu iklimde, bu
kadar yıl sürdüren biri olarak, bu olasılık yoktu.
Güneşin altında bir beş dakika kadar yürümeleri gerekiyordu.
Nerden çıkmıştı bu ziyaret olayı??? İçinden söyleniyordu... Hem nem, hem
ağustos böcekleri, hem de an be an daha çok yakan güneşin altında, asfaltın
kenarından yürüyorlardı. Şeffaf parmak
arası terliklerinin plastiği de ısınmış, zeminin ısısını ayaklarının altına
veriyordu... Bir bu eksikti!
Neyse ki mesafe kısaydı, ancak bu süre bile, mevsim
şartlarından, onu daha da kontrol edilemez bir bunalım içine sokmuştu... Allah’tan
artık göz pınarlarım kurudu diye düşündü. Bir de geçen haftalardaki ağlama
krizleri devam ediyor olsaydı, saklayabildiğini sandığı bu derin dalgalanmayı
nasıl anlatacaktı?..
Havuz kenarına davet edilmişlerdi. Gereksiz bulduğu bu
ziyareti, biraz daha çekilmez kılan, havuzdaki çocuk bağırışmaları ile geçirmek
zorundaydı. Oysa şimdi, ‘sessiz bir serinlik’ ne kadar iyi gelebilirdi... Hem
dış seslerin, hem de iç seslerin olmayacağı bir sessizlikti istediği...
Mandarin limonatası ikram edildi kendilerine; aslında hiç
sevmezdi, çok tatlıydı çünkü. Ayıp olmasın diye bir iki yudum aldı terleyen
bardağından. Şimdi midesi de bulanmaya başlamıştı, bu gereksiz şekerli
ikramdan...
Ne kadar oturmuşları orada? Neler konuşmuşlardı? Kendine
sorulan sorulara verdiği cevaplar, konuyla alakalı mıydı?... Hiçbir fikri
yoktu...
Allah’tan artık bu havuz başı işgencesi bitmişti, geri
dönüyorlardı, aynı yanan yoldan. Deniz kenarına gideceğini söyleyerek,onların
yanından ayrıldı. Toprak patikadan ve ağaçların arasından geçerek, yarı kumlu,
yarı taşlı deniz kenarına vardı. Verdiği rahatsızlık gittikçe artan
terliklerini eline alarak, kah taşların üzerine basarak, kah kumlu yerlerde
durarak, temposuz ve duraksız bir yürüyüşe başladı.
En azından burası nefes alınabilir bir noktaydı. Denize
baktı, sahile vuran erişteler, denizin üzerinde koyu renkli bir tabaka gibi,
dalgalarla hareket ediyordu. Su berrak değildi ve allak bullak bir ruhu vardı,
aynı kendi gibi...