25 Mart 2014 Salı

İktidar



Dünya, küçük büyük iktidar oyunlarıyla dönüyor aslında; en küçük topluluklardan, ailelere; toplumlardan, ülkelere... Hayatımızda “başarı”nın diğer eş anlamlısı “iktidar”; çeşitli formlarda.

Başarmak, hedeflenen yerde olmak, herkesin istediği, tercih ettiği olmak, gücü elinde tutmak; yani iktidar olmak... Bunlar; doğru stratejiler, doğru çevre ve insanlarla; politikadaki iktidardan bahsediyorsak, geri dönüşümlü yatırımlarla ve en önemlisi doğru pazarlama ve satış uygulamalarıyla mümkün. Mümkünlüğü tartışılması gereken ise; sonrası!

Hayatın hangi alanında olursanız olun; başarılanı elde ettikten sonraki duruşunuz önemli aslında; çünkü başarı ya da iktidar sürdürülebilirlikle bağıntılı. “İstedim – oldu” denkleminden sonra “oldu da – ne için oldu” kısmı; başarı kumaşını nasıl taşıyabileceğimizi gösteriyor.

Bireyselden ülke boyutuna doğru örnekleyecek olursak; tıp kazanan bir öğrencinin, aslında doktor olmak istememesi; “oldu da - ne için oldu” hesabında... hamile bir kadının, aile olmayı istememesi “oldu da - ne için oldu” sorgusunda... verimli olmak isteyen bir kurumun, yatırım yapmaması... gibi... veya “baş örtülü kızların” eğitim hakkı elden alınmamalı diyen bir yönetimin, tüm ülkesinin konuşma hakkını yasaklaması gibi...

Eğitimine yurt dışında devam etmiş biri olarak; çeşitlilik ve farklılıkların birlikte olabileceğine ve ötekileştirmenin sağlıklı bir hareket olmadığına inanmışımdır hep. Bu yüzden de bizim bildiğimiz politik görüşlerde kendimi “A-politik” olarak değerlendirmeyi daha uygun bulmuşumdur. Doğruyu, iyiyi yapabilmenin, sağla veya solla ilişkilendirilmesinden öte; verilecek hizmete odaklanmanın daha yararlı ve verimli olabileceğine inanmışımdır...

Yurt dışında; başı bağlı, 5 vakit namazını kılan kızların, ateist ve inancı olmayan kişilerle aynı sınıflarda eğitim alabildiklerini, aynı kurumlarda çalışabildiklerini gördükçe, Türkiye’deki YÖK yasağını da eleştirmişimdir; çünkü o da bir ötekileştirme, bizler ve onlar şeklinde bir bölücülüktü bence.

Mevcut ülke lideri, o dönemlerde iktidara gelmek için çalışırken de; en büyük savı; ülkenin eşitlik üzerine ve özgürlükler üzerine kurulu olmadığı yönündeydi.... Gel zaman git zaman, bu görüş milyonları etkiledi ve iktidara gelindi “özgürlükler rüzgarıyla”...

Ama sonuca bakmak gerek; iktidarlık sonrasında ne olduğuna; “aslanın sırtına çıkmak zordur, ama orada kalabilmek daha zor” derler. Çünkü aslanı uysallaştırdığında, onun seni taşımasına izin vermesini sağladıktan sonra, aynı davranışları göstermek gerekir, aslanın tekrar vahşileşmemesi için...

Özgürlükler rüzgarı şimdi ters esiyor; geç vakitte bir kadının sokakta olması, saldırıya uğraması için geçerli bir sebep!!! bir çocuğun merakla bir olayı izlemesi, başından vurulması ve terörist olarak görülmesi için geçerli bir neden!!!... en komiği ise; kendi düşünce ve fikirlerinizi paylaşma eyleminiz, tüm ülkenin konuşma hakkını yasaklamak için bir mazeret!?!?!?!

Kuşlar, her zaman uçar...Bir kısmını kafese koysanız bile, hepsini yakalamanız mümkün değildir...
 

18 Mart 2014 Salı

Ekmeğini Yiyemeyen Çocuk...



Bazı düşünürler, ölümü ‘unutma’yla betimliyorlar;
 “ölmek; unutulmaktır, öldürmekse; unutmaktır” diye...
Çünkü birinin yaşaması, onu hissetmemizdir; duyularımız dışında da.
O his yok olduğunda, kişinin nefes alması önemli değildir;
konuşması, duyulması, görülmesi; bizim için anlamsızlaştığında...

Ölen çocuklar var dünyada mesela;
bazıları çok uzaklarda.
Onlar bizim için hiç yaşamamışlar,
çünkü varlıklarını unutmuşuz,
izlediğimiz haber programlarından sonra...
Yaşayan çocuklar var mesela;
bazıları çok yakınlarda.
Onları hiç unutmamışız;
“fidan” olarak kalmışlar hep duyularımızda...

Düşünüyorum da;
kaç insan öldürdük acaba?
Ya da kaçı devam etti kalbimizde atmaya?..
Ünlü duayenin dediğine ek olarak;
‘olmak ya da olmamak’ sadece bizim kalbimizde olmakta...

11 Mart 2014 Salı

Yarın Yok!



Tam yeni yazımı yazıyorum, konu “ben”; bir arkadaşımın dışarıdan, sosyal hayattan tanıdığı benle, yazılarımdaki benin ne kadar farklı olduğunu, ve beni okuyarak gerçekten tanımaya başladığını anlattığı, şaraplı sohbetin yazısı...

Bu sırada, telefonuma üye olduğum sosyal medya sitelerinin birinden bildirim geliyor. Okuduğum mesajla; tüm ilgim, konsantrasyonum, ve yazı önceliklerim değişiyor... Çünkü “yarın yok!”

“Genç bir kadın, amansız bir hastalık, kısa bir süre, ve bir veda...”

Nedense hep ölümlerle hatırlıyoruz yarının olmadığını, uzun vadeli planların işe yaramadığını... Tasalanıyoruz, edişeleniyoruz, erteliyoruz yaşamı. Çalışma hayatında gösterdiğimiz özeni, dikkati, göstermiyoruz yakınımıza. Hep “yarın yaparım, “şimdi sırası değil”, “daha sonra ilgilenirim”... diyoruz, ama, gel gör ki; yarın yok aslında!

Bugün yanımızda, tam olarak varlığını sorgulamadığımız, bize gülümseyen, bizi güldüren, ve bazen de düşündüren... bazen sıkan, bazen de rahatlatan insanların, yarın, hatta belki de bir an sonra, yanımızda olacaklarının garantisi yok, kelebek kanadı çırpışı hayatta.  Günler birbirini kovalamakta, ama bu kez unutmamalı, şu an “son şansımız” olabilir, olmak için farkında!

***  

Ve elvada diyen kadının arkasından; Nejat İşler’den son sözler, O giderken yeni yolculuğuna;

Kadınlar gittiklerinde arkalarında daha büyük boşluklar bırakırlar.
Onlar bir gün çekip gittiklerinde, peşlerinde "yetim-öksüz" kalan çok olur:
Mutfaktaki dolap, perdeler, kavanozun içindeki eski düğmeler, özenle saklanmış küçülmüş giysiler, dolap diplerindeki kurdeleler...
Sabah karanlığında mutfaktan gelen tıkırtılar susar, yetim kalmıştır tabaklar.
Bir kadın gittiğinde hep suyu unutulur saksıların.
Sık sık boynunu büker "sarıkız".
O teki kalmış eski bardağın anlamını bilen olmaz, değerini kimse anlayamaz krom hac tasının.
Balkon artık sessizdir, koridor kimsesiz.
Bir kadın gittiğinde...

Bir kadın gittiğinde ne çok kişi gider aslında; bir ağır işçi, bir temizlikçi, bir bakıcı, bir bahçıvan, bir muhasebeci
Bir anne gider...
Bir dost...
Bir arkadaş...
Bir sevgili...
Ne çok kişi yok olur bir kadın gittiğinde...

Benim Hikayem



“Hepimiz hikayeyiz...”

İlk önce bir filmde duymuştum bu sözü; hepimizin birer hikaye olduğunu, ve bu hikayeleri de bizim yazdığımızı söylüyordu, baş roldeki Dr. Who. Başta bu kelimeler sadece hoşuma gitmişti, düşündürmemişti beni, ama sonra etkiledi hayat değerlendirmemi.

İlk duyumumdan belirli bir zaman sonra, aynı filmin, bu sloganını içeren posterini bulmuştum ilgili web sayfasında, ve paylaşmıştım sanal medyada. Geçen gün, bir şekilde bu eski paylaşım, yeniden monitörümde belirdi, ancak bu kez üzerinde bayağı düşünmemi de birlikte getirdi.

Evet, hepimizin bir hikayesi var aslında, ve biz yazıyoruz her gün, her an, belki de olmadan farkında! Yeni karakterler alıyoruz hayatımıza ve onların bizi etkilemesini, şekillendirmesini yaşıyoruz romanımızda. Canımızı acıtan hikayeler ekliyoruz; nefes almamızı zorlamakta, ya da bizi cıvıl cıvıl yapan detaylar giriyor hikayemize; 
gülümseten, güldüren, büyüten, kelimeler arasında...

Her gün, yeni bir bölüm aslında, bizim hikayemizi yeniden yönlendirmek için avcumuzda, ve  yeni günle, yeni bölümüme başlarken yazmaya; daha çok gülümsesin diyorum ana karakterim şimdiki zamanda. Daha çok anı yaşasın, geçmiş bölümlere dönüp bakmasın, ve bu bölüm bitmeden, gelecekleri planlamasın romanında.

En sonunda hepimiz bir hikaye; yazılmakta... İyi olmasını sağlamakta; beynimiz ve kalbimiz arasında...

“We are all stories in the end, just make it a good one, eh?”

heybemdeki gizler



Kısa kısa notlarım var benim; duygularım, düşüncelerim.. üstünde çalıştığım. Küçük küçük kağıtlara karalayıp sakladığım, ya da telefon ve benzeri cihazlardaki programlarda yazdığım. Kimileri daha olgunlaşmamış; belki okuması, paylaşması ilginç olacak, ama zamanı dolmamış. Kimisinin duyguları yarım kalmış, tamamlanması için; yeni yaşanacakları bekleyen... Hepsi görünmez heybemdeki gizler, ışığa çıkmak için büyüyen...

Gizler; bana dair, sana dair, insana dair aslında; en güzelinden, en beyazından, en karasına; iz bırakan ve bizi biz yapan...

Heybemi yoklarken, paylaşılacak düşünceyi ararken; sanki özenle büyütülmek için ekilmiş tohumları sular ve filizlenmesini bekler gibi, bu sürecin ne kadar tatlı olduğunu hissediyorum.

Acele etmediğim, zamanın geçmesine izin verdiğim, ve bunu bir kayıptan çok kazanç olarak gördüğüm, bu rahatlığın keyfini çıkardığım anda, tüm yaşanmışlıklarımda aynı esnekliği gösteremediğimi farkediyorum.

Yaşamda koşuşturduğumu, hızlanması için koştuğumu, ve bundan zevk almadığımı itiraf ediyorum kendime...

Gittiğim ülkeleri düşünüyorum, belli bir tur programında sıkıştığımız; ‘orada’ en çok iki saat, ‘burada’ en çok bir saat geçirebildiğimiz, ve aslında gerçekten tadını alamadığımız tatilleri. Tekrar gitmeliyim diyorum o şehirlere, iki gün aceleyle paranomik olarak görmek için değil, belki bir hafta, belki on gün solumak, yaşamak için ruhunu. Mesela, sevdiğim bir sanat eseri veya bir yapıyı saatlerce izlemek için, fotoğrafını çekip gitmek için değil. Tarihi saklayan ara sokaklarda dolanmak için, sadece ünlü caddeleri rehberin arkasında koşmak için değil! Sabah kahvaltısını eşsiz bir manzarada öğlene kadar uzatmak için, başka bir şehre giderken otobüste uyumak için değil!..

Kahvemi daha yavaş içmeliyim, her yudumumun tadını alabilmek için, güneşte daha uzun oturmalıyım, kemiklerimin ısındığını hissedebilmem için, daha yüksek sesle gülmeliyim, ve daha uzun; neşeyi tüm ruhumda hissedebilmem için... Yaşamdaki herşeyin daha çok tadını almalıyım, almalıyız; gerçekten yaşadığımızı hissedebilmek için!

Ben bile bilmiyordum heybemdeki bu gizi, kendi olgunlaşmış gelmiş, paylaşmam için...