28 Ekim 2013 Pazartesi

Öküz öldü...



Bazı arkadaşlıklar vardır, önce iş ilişkisi şeklinde başlayan, daha sonra dostluğa dönüşen. Böyle durumlarda kendinizi şanslı hissedersiniz; şekillenen bu ilişki için. Ancak bazen iş ilişkisi bittiğinde, karşınızdaki insanın arkadaşlığı da biter. Sanki o süreç satın alınan bir hizmetmiş gibi... 

 Maalesef ben bu şekilde arkadaşlıkları birkaç kez yaşadım. Başka yaşayanlar da olmuştur eminim.

 “Öküz öldü ortaklık bozuldu” örneğini en son geçenlerde yaşadım. 2-3 yıldır hizmet aldığım bir yere gitmeyi bıraktım. Yani kötü bir olay yaşandığından değil, sadece bir süre istemediğimden. Birkaç organizasyonuna katılmadım, dolayısıyla para da ödemedim. Bana göre bu durum  süre gelen diyaloğun bitmesi anlamına gelmiyordu. Sonuç olarak “para ile alınan servis” başka, “paylaşılan dostluk” başkaydı benim için. İkisini ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyordu... Ancak karşı tarafın olayı bu şekilde algılamadığını, hatta tüm dostluklarının bu şekilde “çıkar” ilişkisi şeklinde olduğunu farkettim. “Sen bana para vermezsen...” veya “Benim senden maddi bir çıkarım yoksa...”

Yani çok üzülmeye üzülmedim doğruyu söylemek gerekirse, ancak bu satırları yazdığıma göre etkilendim demek ki! 

Acaba artık, eski dosluklar hariç, iş odaklı başlayan tüm dostluklar bu şekilde miydi?.. Ben mi gerçek olmayan bir illüzyonun varlığına inanıyordum?... Yoksa bu durum bir kaza kurşunu muydu?..  Belki de yaşanan ekonomik dar boğazda, iş sahipleri müşterilerine böyle davranmak zorunda kalıyorlardı... Bilmiyorum... Ancak şartlar ne olursa olsun, işin profesyonel seviyede kalması  gerekmiyor muydu, durum sadece para karşılığı hizmet ise?!?!

Her neyse... anlayacağınız bir “öküz öldü ortaklık bozuldu” olayından sonra; iş arkadaşlıklarını sorgulamaya başladım. Acaba mevcutlar da öküz ölünce bitecek miydi?... Yoksa devam edecek miydi?... Bekleyip göreceğiz...

21 Ekim 2013 Pazartesi

Denge(siz)



Bazen olur, bir insan girer hayatımıza, saplanır kalırız. Mantığımız, arkadaşlarımız, ailemiz aynı nakaratı tekrarlar ama, nafile, bir “kalbe yapışma” durumudur kalır. Bir türlü akıl üstün gelemez yürekten... Hep yürek akla hükmeder, ve akıl sersemlemiş bir şekilde kurcalar da durur bu durumu...

Mutlu olamazsın bir türlü, zaten mutlu olabilmek için akıl ve kalp uyumu gerekir ki; sende yoktur o da... Rolantide kalmış, aynı yörüngede döner durur, zaman harcarsın boş bir hayal peşinde...

Ve malesef böyle durumlardan kurtulabilmenin sadece tek bir yolu vardır; yaşanacak bir şok! Sana tokat gibi gelecek bir söz! O hükmeden kalbi durduracak bir duvar....

Canın acır, için ağlar, sanki daha çıkmaz bir hal alır durum. Bir suçlu ararsın genelde ve çevrenden çıkarmaya çalışırsın hıncını. Sinirlenir küsersin ilgisiz insanlara, terslersin arkadaşlarını, kimi anlıyor kimi anlamıyorsa da... Bir müddet  böyle devam eder hayat...

Sonra bir sakinlik başlar, her ne kadar beyin uzun süre kaybetmişse de savaşı kalbe karşı, ince ince sarar yüreğin yaralarını, iyileştirir usul usul, korunabileceğini hatırlatır ona, eğer dinlerse aklını.

Bu bir denge dersidir aslında, hayatın seni sınadığı. Dengede olmayı öğrenene kadar yaşarsın aynı savaşı... Bir beyin üstün gelir, duygusuz yaşarsın, kalp tamir eder başı, ya da duygular ağırdır, beyin en sonunda tamirdedir kontrolsüz aşkı.

Aklın üstün olduğu savaşlarda da kontrol vardır gibi hissedersin hep, zavallı kalp, beynin gücü altında, küs bir çocuk gibi oturur bir köşede. Herşey planlı ve programlıdır; “kitaba uygun“! Ancak an gelip o çocuk ağlamaya başladığında sevgiyi yaşayamıyor diye, akıl afallar, programlarında çözüm yoktur uygun! O ağlayan ruh mutsuzluk yaratır bu kez ve sakinlik başlayana kadar canın acır... için ağlar... Farklı bir tedavi yine şarttır!

Ta ki dengede olmayı başarana kadar hayatta, bu maç devam eder gider. Beyin ve kalp birlikte hareket etmeyi öğrenene kadar, koşarken düşerler. Aynı bir çocuğun dizlerindeki yararlar gibi, bir sağda, bir solda yaralar olur, kabuklar bağlar, izler kalır ama en sonunda düşmeden koşmayı öğrenirler.

Bazı çocuklar gibi kimileri daha önce yakalar dengeyi, kimileri daha sonra, ama hepimiz koşabildiğimize göre şu anda, ümit hala var malum denge konusunda...

14 Ekim 2013 Pazartesi

İtiraf



Haberleri izliyorum akşam. Normalde yaptığım birşey değil aslında ama yorgunum, dışarıya çıkmak istemiyorum, sadece zapping yapıp dünyada ne var ne yok ona bakıyorum...

Tahmin edebileceğiniz gibi hoş birşeyler yok; Irak’ta canlı bomba saldırısı, Mısır’da karışıklıklar devam, Madonna’nın 19 yaşındayken tecavüze uğraması... ve yaklaşan Kurban Bayramı...

Yaklaşan Kurban Bayramı!!! Haberlerde yer alacak kan gölleri! Canlıların “din uğruna” katledilmesi...  Bazen gerçekten kendimi bu dünyaya ait hissedemiyorum. Sürekli olarak bir öldürmedir gidiyor ve aslında çoğumuz hiçbirşey yapmıyoruz!... Kendi küçük dünyalarımızda bile “uyum sağlamak” için o kadar düşüncemize ters şeyler yaparken, büyük tepkiler nasıl olsun! Sadece sözde; sanal medya güncellemelerinde...

Bunları düşünürken kendi dünyamda, “bana ters” yaptıklarımı düşünüyorum; acı/tatlı bir gülümseme ile itiraf ediyorum kendime, ve şimdi de size:

Çoğu zaman insanların yalanlarını ve açıklarını hemen yakalıyorum, ama yakalamamış gibi davranıyorum. Böyle durumlar aslında beni sinir ediyor, ve bu insanlara hiç beklemedikleri bir zamanda, anlam veremedikleri bir tepki gösteriyorum. Sebebi bu işte!

Sabahları insanların uyukulu olmasını anlamakla birlikte, “suratsız günaydın”larına sinir oluyorum. Ben de uyanamamış olsam da, gülümseyebildiğime göre, karşımdakilerin “usuleten asık” günaydınları karşısında içimden hiç hoş olmayan şeyler söylüyorum. “Sabahımı berbat edeceksen gözüme görünme kardeşim!”.

İyi bir dinleyciyim, ama arada bir de “sen nasılsın?” demeyenleri, gerçekten dinlemiyorum. Bu yüzden genellikle onları onaylar bir ruh haline girip, “evet haklısın” diyorum. Aslında gerçekten dinlesem belki de “saçmalama” diyeceğim ama, benim halimi sormayana ben niye hal sorayım gibi “bencilce” bir ruh haline bürünebiliyorum.

Böbürlenen ve gereksiz bir övünme içine giren insanların aslında ciddi açıkları olduğunu düşünüyorum, ve işte itiraf geliyor; arkalarından da “kompleksli” oldukları şeklinde konuşuyorum. Kendini bilen bu kadar çabalamaz çünkü! Bir de sürekli yemin edenlere inanmıyorum. Rahmetli anneannemden kalan nasihat “Kızım çok yemin edenlere güvenme!”...

Mükemmel değilim, mükemmel olmaya çalışmıyorum ve olunabileceğine de pek inanmıyorum. Aynı zamanda “mükemmelim rolü” oynayanlar da yemin edenlerden pek farklı değil gözümde.

İşte böyle...

7 Ekim 2013 Pazartesi

Son... Bahar...



Sonbahar, en sevdiğim mevsim. Ne ilk baharın uyanışı etkiler beni bu kadar, ne de yazın canlılığı. Sonbaharın hafif tatlı, hafif acı ruh hali en sevdiğimdir dönemler arasında... Sıcağın kırıldığı, güneşin gerçek anlamda tadının çıktığı, akşamları ince ceketimiz üstümüzde, elimizde şarap bardakları, en güzel muhabbetleri ettiğimiz dönem, arka fonda nostaljik latin müzikleri...

Ancak yazın yorgunluğu da var üstümüzde, yaşanmışlığın yorgunluğu, kanepede uyuma halleri ve içimize döndüğümüz zamanlar. Aynı insan yaşamında olduğu gibi.

Hep sanatta resmedilir ya sonbahar olgunluk dönemi diye; ilkbahar ve yaz yaşanmıştır doyasıya, güzel, hareketli ve belki de hatalarla dolu, bize birşeyler öğreten ve yolumuza devam etmemizi sağlayan hatalarla dolu tamamlanmıştır o dönemler... Hız yapılmış, birçok yer görülmüş, uyku reddedilmiş, insan kalabalığı çekici gelmiştir bize, hep daha fazla, daha fazla demişizdir bu mevsimlerde, büyümüşüzdür bu şekilde...

Sonbaharda ise sadece bir gülümseme vardır yüzde; hayatı çözmüş olmanın rahatlığı, ve kendinle barışmanın huzuru. İç kavgalar bitmiştir artık, sakinsindir. İlkbahar ve yazda yaşayanların heyecanını görmek, sana birşeyler anımsatır, belki gereksiz çatışma ve hırslarına bakıp gülersin içinden...Sonbahar senin mevsimindir çünkü... Kıştan önceki o en muhteşem dönem.

Sonbaharındaki insanlarla muhabbet de bir başkadır. Aslıda kimin ne zaman sonbahar yaşayacağının kesin bir çizgisi yoktur ama, hissedersin karşında sonbahar insanını, huzurlu ve dingin bakışıyla. Anlatacağı, sana aynalık yapacağı o kadar çok şey vardır ki, bitmesini istemezsin konuşmanın, zaman geçmesin dersin, tadı hep damağında kalır...

Sonbahar insanı çok tanımıyorsanız da yaşamınızda, bu mevsimin tadını çıkarmak lazım doyasıya. Yarın kış, üşüyeceğiz çünkü soğukta!...

Haşlama Kurbağa! “afiyet olsun”



Bir kurbağa hikayesi vardır; öyle ya da böyle hepimizin aşina olduğu. Kurbağayı sıcak kaynar suya koyduğunuzda, hemen sıçrayarak kaçar, çünkü vücudu, ısı farklılığını ve tehlikeyi hemen fark eder. Ancak, soğuk suya koyduğunuz kurbağa, suyun altının yandığını, ve suyun ısınmaya başladığını anlamaz, şok etkisi yaşamaz ve kaynama seviyesinde artık tepki veremeyecek durumda olur.

Kaynayan su, bir tehdit ve ölümdür, ama yavaş yavaş, şartlar oluşa oluşa tehditle karşılaşıldığına tepkisizlik, farkında olamama ve acı son da bir gerçektir. Aynı yaşamda olduğu gibi.

Yaşadığımız toplumlarda ve ülkelerde, suyun içinde, suyun ısınmasına adapte ola ola, hareket edemez, yanmaktan kaçamaz hale geliriz. Tehlikenin ne  boyuta geleceğini öngöremeden ısınan suda, yanana, haşlanana kadar bekleriz. Bu durum, karşımızdakinin(lerin) akıllı bir manevrasıdır ama, biz aklımızı yeterince kullanmayı seçmediğimiz için “uyumaya” devam ederiz. Uyandığımızda da genellikle vakit çok geçtir artık!

İlla ki toplum ölçeğinde bakmamıza  gerek yok bu “kaynamaya”; şu anda, hatta bu yazıyı okurken, görmezden geldiğimiz, veya ötelediğimiz konular yok mu?.. Problemlere sırtımızı döndüğümüzde, onların olmadığı gibi bir tavır, aslında sadece kendimizi kandırmaktır ama, bile bile böyle yaşıyoruz işte! 

Bizim reddettiğimiz, görmezden geldiğimiz durumları, su kaynamaya başladıktan sonra hissetmek de belki -en sonunda- bir tokat etkisi yaratıyordur ama... durumu o raddede toparlamak artık pek de kolay olmuyor.

Birseysel, toplumsal, bölgesel  veya küresel, hangi boyutta olursa olsun, suyun ısındığını, tedbir almamız gerektiğini, kolaya kaçarak, görmezden gelerek yaşamayı bırakmamız gerektiğini kabul etmeliyiz... aksi halde “vah vah vah” “tüh tüh tüh”ler boşuna! 

Bunun için önce kendimizi algılamamız ve çoğu zaman eleştirmemiz, bulunduğumuz çevre ve ortamla birlikte analiz etmemiz ve akıllı, ayrıca en önemlisi “zamanında” karar almamız gerek, aksi halde haşlama kurbağa! “afiyet olsun!”...