25 Ocak 2011 Salı

B e k l e n t i l e r ( & Sukut – u Hayaller) . . .

Hep beklentilerim yüksek olmuştur; kendimden, ailemden, çevremden, toplumdan... genel olarak yaşama dair herşeyden... Ve, benden beklenenlerin de yüksek olmasını tercih etmişimdir her zaman... Ama zamanla bu durum, olumlu değil olumsuz bir hal aldı benim için. Herkes “idare et” veya “bu kadarıyla kabul et” derken, beklentilerin yüksek olması neye yarıyordu ki?..                                    
Sadece ‘Sukut – u Hayal’e...

Bu bağlamda, “Az’a kanaat etmeyen, çoğu bulamaz” gibi sözler ve öğretileri de anlamsız, ve insanları tembelliğe iten tavırlar olarak değerlendiriyorum. Her zaman daha fazlasını istemeli ve bunun için uğraşmalı... hem kişisel gelişim, hem de hayat yolculuğumuz için...
Daha çok aşk istemeli insan; daha çok sevgi, daha çok paylaşım...
Ve daha çok inanç istemeli; huzur için, mutluluk için.

Daha çok özgürlük için çırpınmalı, sadece uçmak için değil, denizleri de aşmak için...
Aynı zamanda daha da köklenmeli toprakta; daha dik, daha güçlü durabilmek için...

Daha çok dostluk olmalı hayatta; anlatmak ve belki de ağlamak için,
Ve daha çok gülmeli insan, gerçekten yaşayabilmek için.

Daha çok dinlemeli, anlamalı, tartışmalı...
Ve daha dürüst olmalı; büyümek ve gelişmek için.

Daha çok “biz” diyebilmeli, bu; “ben”nin gerçek değeri...
Ve daha çok birlikte yürüyebilmeli, yalnız düşmemek için.

Daha çok para da istemeli.. şan da... şöhret de...
Sunulan tüm lütuflardan yararlanabilmek ve zevk de alabilmek için...

Hiç bir zaman “ben bu kadarım” dememeli, her zaman atılacak bir adım, açılacak bir kapı, gidilecek bir yer, sevilecek bir insan, okunacak bir kitap daha vardır... Ama bunlar ‘tam layıkıyla’ yaptığımızda anlamlıdır, ‘idare ederim’lerle olmaz. Çünkü o zaman hayat da seni idare eder, asla ödüllendirmez!

20 Ocak 2011 Perşembe

Beş Buçuk...

İki haftaya yakın bir süredir, normal rutininden oldukça farklı geçiyordu ki hayatım, çok çok uzun zamandır görüşmediğim bir arkadaşımla, karşılıklı biralarımızı içer, sohbet ederken; uyukuya dalmış olan yazma iç-güdüm birden canlanıverdi. Ne de olsa birçok farklı deneyim yaşamaktaydım, çevremdekiler yaşarken “dün’ün aynısı”nı...
Çeşitli durumlarda söylenen bir söz vardır; “Çok sabah erken, kuşlar öterken...” genellikle espiri olsun diye. Ama benim için bu durum; her güne başlangıç halini aldı son iki hafta içinde. Şu anda 8 haftalık olan, evimizin yeni ferdi Limon; golden retriever yavrumuz sayesinde...
Yeme ve tuvalet alışkanlığı henüz tam oluşmamış olsa da, her sabah 05:30’da, ihtiyaç gidermek için beni en sevimli haliyle uyandıran ufaklık!.. Tabii benim de evin içi yerine, balkonda kendine ayrılan bölümü kullanmasını tercih edişim... İşte, bu durumda, her sabah erken, kuşlar öterken uyanıyorum...  Kışlık pijama giymeyi sevmediğimden de, ince askılı pijamam ve bazen terliklerim de Limon tarafından gece boyunca oyuncak olarak sağa sola savrulduğundan, yalın ayak kendimi balkona atıyorum; çünkü yavrumuz yalnız dışarı çıkmayı istemiyor...
Sadece sabah 07:00 İstanbul uçağı için yola çıktığımız bu saatte, başka bir neden için hiç uyanmamıştım, son zamanlara kadar... Ama herkes uyurken ve gün ağarırken, sabahın bu erken saatinde son 2 haftadır, dinliyorum ağaran semayı, ve soluyorum belki de en temiz havayı... En çok 5-10 dakika kalıyoruz balkonda ama, yüzüme vuran çiğ, üşüyen kulaklarım, kızaran ellerim, ve sırtımda, ayaklarımda hissettiğim soğukla, sanki daha bir hissediyorum her nefesimi... Derin derin çekiyorum içime nemli havayı ve sanki her hücremin uyandığını, hatta isyan ettiğini hissediyorum yorgan sıcağından sonra karşılaştığı kış sabahına...
Aklıma bir sürü şey geliyor bu kısa sürede... genel konular, özel konular, hemen çözümlenecek sorular, hayat harcanacak sorunlar... Sonra koşarak içeriye giriyoruz, morarmaya başlayan tırnaklarımla... Sanki o uyanış, beni tekrar uyukuya hazırlıyormuş gibi, bir yarım saat daha dinleniyorum, sokulup yorganıma, biraz sonra yemek isteyecek ‘bebek’, koşarak atılacak üstüme, soğuğun şokunu atlatınca patilerinde...
Merak ediyorum, kim uyanıyor o saatte diye, kim kendini vuruyor çiğ kokan, solan geceye... Kim derin derin soluyor o havayı ve düşünüyor benim gibi hayatı... Hafif sarhoş olup uyumak istiyor yine... reddederek gelen sabahı...

9 Ocak 2011 Pazar

Kış Güneşi

Kış güneşi güzeldir, mutlu eder insanı... ama zamansız baharları da beraberinde getirir. Isısından sarhoş olan ağaçlar, çiçek açar, göğe uzatır kollarını. Ama gün dönünce akşama, çiçekler dayanamaz karanlık soğuğa...

Sıcacık bir Pazar günüydü, kısa bir süredir devam eden soğuk havadan sonra, sanki bir hafta öncesinde güneş yokmuş gibi, ya da gri bir ülkede yaşıyormuşuz gibi, bıraktık kendimizi güneşe... Girne dağlarında, denize nazır bir ev ziyareti sonrasında, güneşin önce hafifçe tenimizi okşamasına, sonra da kemiklerimizi ısıtmasına izin verdik, akşam oluncaya, güneş ‘kaçıncaya’ kadar...
Dağlar, ağaçlar yemyeşildi. Bir iki günlük yağmurun ardından, güneşte ışıl ışıl parladılar... İnsanın mutlu olamaması gibi bir durum söz konusu değildi... Tertemiz bir sema ve doğanın uyanışı vardı sanki havada... Yağmurlu günleri genelde daha çok sevmeme rağmen, kendimi güneşte mest olup, mayışmış bir kedi gibi hissediyordum... Sanki zaman durmuş, tüm düşüncelerim, kaygılarım, çözümlemem gereken her konu, çok uzaklarda kalmıştı...
Akşam evde, soluduğum havanın özlemiyle, balkonda vakit geçirmek istedim... Gün ışığı henüz tam olarak yok olmamış olsa da, bir çiğ vardı havada, soğuk bir çiğ; ısınan kemiklerime vuran... Göğü saran karanlığı izlerken, zamansız güneşleri düşündüm bir yandan; hayatımızda yer alan, bize zamansız baharlar yaşatan...
O duygu,
O heyecan;
Sanki bizi kıştan, bahara
Bahardan, yaza taşıyacak o nefes...
Bulutların sadece beyaz pamuk parçaları,
Güneşin hep aynı tatlılıkta kalacağını düşündüğümüz o umut,
Nasıl kararır kış güneşi kaybolduğunda!
Nasıl acır canımız ve ararız aynı sıcaklığı zamansız...
Kış olduğuna inanmak istemeyiz,
Artık bahar geldi deriz...
Ancak bekleyen soğuk rüzgar, biçer yeşeren duyguları,
Üşürüz, yorgun ve kalbi yaşlı...

6 Ocak 2011 Perşembe

“Demek polis yardım ediyor!...”

“Sarı, bu iyi... Mavi, düşman bunlar, düşman!... Kırmızı, kötü bunlar... Beyaz, demek polis yardım ediyor...” Ayda Aksel,  ‘Kaçıklık Diplomasisi’ filminde işte bunları söylüyor; yarattığı dünyada, savaşırken hayali düşmanlarıyla... Çoğu sinema sever, kitap sever; pek ilgilenmez psikolojik film ve romanla, hele Sybil gibi dehşet verici gerçek deneyimleri içeriyorsa. Ama, benim özel bir ilgim var, işin içinde ‘a-normalite’ çoksa...
Psikolojik hastalıklar ve isimleriyle ilk kez Lise 2’de Muharrem Hoca’nın psikoloji dersinde tanışmıştım... Bize ‘mani-depresif’, ‘şizofreni’ ve ‘paranoya’yı anlatmıştı ilk derste... ve “vay be” demiştim, “deli, deli deyip geçiyoruz ama, ne hikayeler var her bir beyinde!”... Edebi eserlerde bir çok ‘hasta’ karakter konu edildiğinden, ‘edebiyatta karakter analizi’ favori ders içeriği, Edgar Allan Poe ise, incelediğim yazar olmuştu, araştırma modulünde, üniversitede... İnsan düşünce ve davranışlarına ilgim, eğitimim sonrasında hep devam etmiş, hep ilgilenmişimdir, farklı çalışan beyinlerle...
Tabii okunan, yazılan, filmi çekilenler, hep uç noktalardaki hastalar... ne de olsa onların hayatları başlı başına birer masal; kimi çok karakterli yaşar kendinden habersiz, kimi ise hayali yaratıklarla savaşta ‘buzlar çözülmeden kaymakamı bekleriz!’ (*)... Ama bu kadar ekstrem olmayan ve gerçek hayatta karşılaştıklarımızdır aslında, hayatı bize gri ya da siyah yapan!..
Çünkü teşhisi konmuş olanlar; ilaç , terapi, eğer kendi ve toplum için tehdit oluşturulacağı düşünülmüşse, yataklı tedavi ile yardım görmekteler. Ya bu derece rahatsızlıkları belirgin olmayan, genelde davranış bozukluğu olup, hayatımızda, çevremizde, iş yerimizde olanlar veya karşımıza çıkanlar?..Mesela kontrol delisi, kimseye güvenemeyen amirler, ‘hep ben bilirim’ci iş arkadaşları, dost geçinen maskeliler, kuyu kazanlar, aptal yerine koymaya çalışanlar, ‘öküz öldü, ortaklık bozuldu’cular gibi saymakla bitmeyen, hemen hemen hepimizin hayatında olan “sinir bozucular”!!! Aslında, asıl dikkat edinilmesi gerekenler; bizi gerçek hasta yapabilecek potansiyeldekiler... atsan atılmaz, satsan satılmaz hayat törpüleri bunlar!
Peki ne yapmak lazım? Aynı şekilde cevap vermek mi, sineye çekmek mi çözüm? Yapılabiliyorsa iletişimi kesmek en hayırlısı da, mümkün olmuyor bu her durumda... Belki de, en iyisi ‘deli’ olup, bu insanlar yokmuş gibi davranmak... ve ‘cümbüş’ ü seyre dalmak ‘bir tiyatro denilen hayatta’...
Sorun, ikili ilişkideyse, kestirip atın! O iş orada kapansın!
İş hayatında bir sorun varsa, en iyisi “t’ye sarmak”, amaç sadece para kazanmak!
Aile arıza çıkarıyorsa, takma... zamanla bulunacaktır bir ortak nokta!
Arkadaşlarsa sorun, uzatma... herkesin süreli bir misyonu var hayatımızda...
Aç camı, kapıyı, bak semaya, 10 derin nefes al, tüm ruhunla...
Hayat güzel, sen güzel bu dünyada, olacaktır bir kaç arıza, anlamak için iyiyi zamanında...

(*) "Buzlar Çözülmeden", sinema filmi, 1965.

1 Ocak 2011 Cumartesi

Resimdeki Gözyaşları

“Bir gün belki hayattan,
Geçmişteki günlerden,
Bir teselli ararsın,
Bak o zaman resmime...”

Siyah – beyaz, sarı ve renkli fotoğraflar; ne kadar çok şey anlatırlar ve neler neler saklarlar, objektiflere gülümseyen gözlerde... Çocukluğumdan beri çok severim, eski albümleri karıştırmayı, tanımadığım insanların solan resimlerine bakarak, farklı hikayeler kurmayı... Zaman geçtikçe, albüm geleneği yerini elektronik dosyalara bırakmış, ve aldığım zevk azalmış olsa da, bir çok detay ve duyguyla karşılaşırım, bilgisayar ekranında da...
Yine resimlere bakıyordum, bir sosyal paylaşım sitesinde... Bir kutlama albümü, ve o albümde bir aile fotoğrafı vardı; beni etkileyen, hüzünlendiren ve içime işleyen... ‘Evde kurulmuş bir sofra, sofrada sağda 70’li yaşlarda bir baba, solda 60’lı yaşlarda bir anne oturuyor, arkalarında 30’lu yaşlarda ama yaşından daha yorgun görünen genç bir adam. Mutlu olmaya ve gülümsemeye çalışıyorlar; gizlemeye çalışarak hayal kırıklıklarını, yenilgilerini ve hüzünlerini...’ Ama olmuyor işte!  ‘o çatlak duvarlı evde’, istenilen, hak edildiğine inanıldığı halde, yaşanamamış bir hayatın gölgesi var yüzlerinde... omuzlar düşmüş... her şey için çok geç olduğuna inanıyorlar artık... Oysa, 74 Savaş sonrası ne büyük umutlarla sahip olmuşlardı oğlularına, onu çok güzel bir gelecek bekliyordu, yarında... Ama hayat, umdukları gibi devam etmemiş, bir çok sağlık problemi yaşamıştı çocuk büyürken, bir de süre gelen maddi sorunlarla geçen 30 yıl, hayal edildiği gibi olmamıştı, o hanede... Üstelik politik görüşleri sebebiyle, iktidar hükümetleri tarafından ‘görünmeyen bir grup insan’ arasındaydılar; onların yüksek mevkide tanıdıkları yoktu! Olsaydı, belki bir devlet işi ayarlanırdı adama, ama mecburdular bu kaderi yaşamaya, bu durumda...Oy potansiyelleri ise hiç yoktu; yani muhalefetin de onlara ayıracak zamanı yoktu... Değerini her gün kaybeden mahallelerinde, komşuları birer birer daha iyi bölgelere taşınırken, onlar eski arabalarının tamiri için harcıyorlardı ellerine geçen parayı, bir de oğlularını okutmak için saklıyorlardı...
Şoför olan ve evini geçindirmeye çalışan adama, karısı ne kadar mutfak ve diğer giderlerden keserek destek olmaya çalışsa da, ayın sonu zor geliyordu... Allahtan ölen annesinin evine yerleşmişlerdi Savaş sonunda, bir de ev kirası dertleri yoktu... Ancak yaşıtları gibi hızlı gelişememiş oğlunun, hep dalgın, hep depresif hali çok daha fazla üzüyordu adamı... Evet, parasızlık zordu, ama gözleri hep hüzünlü bakan, hatta mahallenin yeni yetmeleri tarafından hor görülen ve aşağılanan oğlu için çok daha fazla üzülüyordu...
Şimdi 30’lu yaşlarında olan oğlu, bin bir zorlukla bir resmi daireye girebilmişti, ama onun çocukluktan beri yakasını bırakmayan şansızlık, devam ediyordu yaşamında... Hayatını bir türü kuramıyor, ve çevresi ona hep ‘yokmuş’ gibi davranıyordu...
İşte tüm bu hüzün, ısdırap ve savaş, gülmeye çalışan gözler ardında, bilgisayarımın ekranından işliyordu ruhuma...Neşe ile baktığım resimler arasında bu kare; ‘evde kurulmuş bir sofra, sofrada sağda 70’li yaşlarda bir baba, solda 60’lı yaşlarda bir anne oturuyor, arkalarında 30’lu yaşlarda ama yaşından daha yorgun görünen genç bir adam’ neler neler anlatıyordu bana...
“Benden sana son kalan,
Bir küçük resim şimdi!
Cevap veremez ama,
Ağlar yalnızlığına...”

* Resimdeki Gözyaşları – Cem Karaca