24 Kasım 2014 Pazartesi

Sessiz Gemi

Yahya Kemal Beyatlı’nın, ölümü anlatan ve oldukça bilinen bir şiiridir “Sessiz Gemi”, bestelenip  Hümeyra ve Sertap Erener tarafından da seslendirilen.  Güzel bir nazım ve melodi olmasının yanında, içinde ciddi mesajlar da barındıran bu eser, aynı zamanda yaşayanlar ve yaşamdan ayrılanların, elden geldiğince tasvirini de yapar, seçilmiş sözcükleriyle...

Yaşayanlar gidenlerin arkasından “siyah ufka gözleri nemli bakarken”,  gidenler “memnun ki yerinden, dönen yok seferinden” der şair, hislere referans olurken...

Geçen gün, “ölü” olsam nasıl olurdu diye kendimce bir “empati oyunu” oynarken, tüm inançları ve inanılanları da sorgulama fırsatı buldum, kendi baktığım yerden. Cennet ve cehennemin, ölümden sonra değil, dünyada yaşananlarla hissedildiğine inanan biri olarak, ben,  ancak ruhtan öte yaşayan bir bilinç olabileceği kanaatimle, bir ölü oldum ve izledim kendimi, bıraktıklarımı geriden;

Geride gözyaşı vardı  önce, sonra alışmışlık bu gidişe, başka çare yokken yaşam devam ederken... Yakınlar zorlandı anılar zihinlerde belirirken,  ama sadece tanışmışlara birşey farkettirmedi bu sefer, çok bir paylaşım, geçmiş biriktirmeden...

Hayata anlam yüklemek, insani bir buluşken, ama anlamlaştırırken yaşananları, yaşam kendi anlamsızlaşıyorken, vardığım sonuç yeni değildi oyunumu sonlandırırken;

Geçmiş ‘sessiz’, gelecek ‘bilinmez’ bir rotada iken; sadece sesli olan “an” vardı elde, cennette veya cehennemde; ne yaşanıyor ve hissediliyorken...

10 Kasım 2014 Pazartesi

Takip-i Hayal…

Yüzümde yaramaz bir gülümseme ile bilgisayar ekranına bakıyordum, o yanıma geldiğinde... “Hayırdır?” diye sorunca; ona “tatlı takipçilerimden” bahsettim; bir şekilde ruhlarına dokunduğum insanlardan... Belki de nasıl etkilendiklerinin tam farkında olmadan, ancak yazılarımdan yaptıkları alıntılarla, kendi yazılarındaki tarz değişimleri ile, nasıl mutlu olduğumu... Bazı deneme yazanlar, bu tarz etkileşimleri; taklitçilik sayıp, eleştirirken, benim bu etkileşimi takipçilik olarak gördüğümü, ve bu takibin ruhumu okşadığını anlattım, ekranda yazdığım bir denemeden etkilenen okurun, sözcük dizilimlerini incelerken...

Konu konuyu açarken, bu beklenmedik, ani gelişen sohbette; “hayallere” geldik, ve demir attık birden, o bana hayallerini gerçeklere bağlayıp, kendini tuttuğunu, sınırladığını anlatırken... “Hayallerde sınır yoktur” dedim kendine, “... sonsuzdurlar”. “İstersen bir kedi olabilir, hayalini onunla özdeştirerek yaşarsın; tüylerini kabartır, sırnaşır, mırmır ses çıkarır, patilerinle merak ettiğin objelere dokunursun, istersen imkansızı hayal edersin, ama kendini tutmazsın. Hayallerin çizgileri yoktur; boyama kitaplarındaki gibi. İstediğin kadar çizgilerden taşar, istediğin renklere dönüşebilirsin...”diye devam ettim sözlerime...

Sohbetimizden kısa bir süre sonra, konuştuklarımızı düşünerek geçtiğim büyük ağacın yanında; önce bir ağaç yaprağı oldum, yeşilin en güzel renginde, damarlarım vardı incecik, yumuşak yaprak dokumun üzerinde...

Sonra hafif bir esintiyle ayrılmak istedim, asılı olduğum daldan, ve berrak bir nehirde dans ederek ilerledim, üzerimde su damlacıkları, alttaki gri taşları seyre dalarken...

Nehir yüksek bir şelaleye döndüğünde, aşk oldum her görenin kalbinde duyduğu coşku ile; o aşkla nefes oldum, sevgilinin yanına gittim, uyurken teninde gezindim ılık bir nefes ile...

Sonra o nefesle bir tohum oldum, büyümek için yine... yağmur yağdı, günler, aylar, mevsimler geçti ve kocaman bir ağaç oldum, yanından yürüyerek ilerlediğim ve hayaller kurduğum, yolumun üzerinde...

4 Kasım 2014 Salı

Zamansızlık Hali...

Bazı zamanlar oluyordu, bazen günlerce süren. Hiçbir hissin ve duygunun yeşermediği, dönen akrep ve yalkovana rağmen, tek bir an’a asılı kalmış gibi ruhun, akan zamanı göremediği...

İnsanlar, kalabalıklar, sesler... gece, gündüz, soğuk, sıcak, acı, tatlı... hiçbir algının anlam taşımadığı ve bu anlamsızlığın, anlam bulduğu zamanlar...

Zihnin boş, yüreğin boş olduğu bu dönemde, etkenleri bilinmezde iken yaşayana; tek ses kalıyordu duyduğu ve manalandırdığı; derinden gelen kendi nefesinin sesi...

İyi miydi? değil miydi? bu hissizlik durumu bilinmez ama; daha önce yaşananlarla, kendi içinde çelişen, tezatlıklar oluşturan, zıtlıkları barındıran bir algı doğuyordu en sonunda; hani “hissetmeden yaşanmaz!” dı diye sorgularken ters uçlarda...

Nasıl olacaktı sonu? Nereye varacaktı bu zamansızlık halinin son tekrarı? Cevabı var mıydı boş soruların? Yoksa cevaplar ortasında mıydı zamanın?...

Hiç sorgulamadan, nefes zamansızlığa inat duyuluyordu kulaklarında...

“Akşam” ve “Heves”

Akşam, herkesin evine çekildiği, benimse kendime armağan ettiğim anlar…

Mevsimi fark etmez, en çok sevdiğim gün dilimidir akşam, günü arkamda bıraktığım; yorulduğum, belki üzüldüğüm, ya da sevindiğim yoğunlukları omuzlarımdan attığım…

Evlerin mutfak ve oturma odası ışıkları tek tek yanar, insanlar içerilere çekilirken, asfaltın sessizliğinde, duyduğum ayak seslerimle, yürürüm, kendi kendime. Belki de kendi içimedir bu yolculuk, günün değişen bu saatinde...

Detaylar yok olur bu saatlerde; yolların çatlakları, ağaçların kurumuş dalları, hatta boş arsalardaki atık yığınlar… Sanki koyu renk bir gece elbisesi giymiş gibi etraf, görünmez çarpıklıklar, turuncudan griye dönen gökte…

Herşey güzeldir, günün bu anında… Artan karanlığa doğru yürürken, sanki bilinmeze doğru ilerlerim kendi içimde, ve en sevdiğim yolculuktur bu; beklentisiz ve sadece yolu kat etme isteğiyle…

Hava serinler, tenimde hissederim hafif esintiyi, bu hisle belki de ilk kez farkederim nefesimi günde, bir ürperiti ile… Herşeyden ve herkesten uzak, ıssız bir sessizlikte, bir neden olur böylece, günü yeniden yaşamak için yine…

***
Heves’e – iyi ki doğdun küçük kız
4-5 yaşında bir çocuk, diğer bir çocuğa “seni çok seviyorum” diye sarılmış... Sarılınan çocuk, sevgisini gösteren arkadaşına dönüp; “büyükler gibi mi seviyorsun?” diye sormuş. Soru üzerine gelen cevap ise, çok içten ve sahiciymiş; “hayır! büyükler gibi değil! seni gerçekten seviyorum!”...

Büyükler gibi sevmek; belki de sevip sevmediğini bilmemek, “olması gerekenler” listesinde bir maddeyi daha tiklemek...

Ama çocukken “gerçekten” başlayan sevgiler vardır ki; büyüsen bile, zaman zaman araya mesafeler girse bile, kalbinde öyle bir yerdedir ki; her zaman sıcaktır ‘senin’ gülüşün gibi, her zaman içtendir gözünün içi gibi, ve her zaman gerçektir bir çocuğun kalbi gibi...

Yıllar geçse de üstünden, sen bana balkondan yüreğindeki “heves”le el sallayan o küçük kız çocuğusun, kalbinde sevgisi hep gerçek olan...

Zaman Yaratma...

Boş bir anım, internette dolanıyorum, bir sosyal paylaşım sitesinden, diğerine... Bir şekilde “zaman” öldürüyorum, kendi değimimle... İşte benim durup düşünmemi sağlayan bir paylaşım, gözlerimin önünde;                               
 “Save the excusses. It’s not about ‘having’ time, its about ‘making’ time. If it matters, you will make time.” (Özetle diyor ki; “Eğer sizin için önemliyse, zaman yaratırsınız. Zamanın varlığı/yokluğu sadece mazeretlerdir.”) 

‘Doğru’ diyorum, birçok “zamanım yok” serzenişim, önemli bulmadığım, ötelediğim şeyler için yaşam düzenimde. Oysa benim önemliler sıralamamda ise; ne yapar ne eder “zaman yaratır”, o ilgiyi sağlarım karşımdakilere veya ilgililere...

Karşımızdaki insanlar “zamanım yok”dediğinde nasıl bir tavır takınıyoruz diye düşünüyorum, daha sonra kendi kendime... Bunu mazeret uyduruyorlar mı diye algılıyoruz; gerçeği görmeyelim diye, yoksa zaman yaratmak çok mu zor, alışkanlıklarımıza ters mi geliyor, günümüz insan profillerinde?..

Vardığım sonuç ise, şöyle oluyor, birileri beğense de, beğenmese de... Önemliyse benim için, senin için veya onun için, ne olursa olsun “zaman yaratılır”, önem duygusu verilen kişilere... Yeri gelir ailemiz, dostumuz, arkadaşımız, yeri gelir çocuğumuz, işimiz veya beslediğimiz ev hayvanımızdır, önem taşıyan bizde.

Eğer o zaman, zamanında yaratılmazsa önemlilere; bir zaman duyulacak pişmanlık, geri yaratamaz elimizden kayan, yaratılmamış zamanı bizim leyhimize...
***
Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında.

Bir garip rüya rengiyle
Uyuşmuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz bucaksız değirmen;
İçim muradına ermiş
Abasız, postsuz bir derviş.

Kökü bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim.  (Ahmet Hamdi Tampınar)