5 Şubat 2015 Perşembe

Kayboluş...

“Hikaye bu ya...” diye başlamıştı anlatmaya; “... o dönemlerde henüz yeryüzü tam oluşmamış, kara parçaları hareket ediyordu suyun üzerinde. Sadece hava, toprak ve su vardı bu oluşmuş kabuğun yüzeyinde. Bir de ateş en derinlerde...Biz de izliyorduk bu küreyi uzaklardan, ne yapalım diye...

Dokunuşumuzla ışığı, nefesimizle ısıyı, sesimizle yaratmayı bilen bizler, karar verdik; bu kürede biraz zaman geçirmeye...

Önce toprağa aktık göklerden, ıslattık kuru, aç vadileri birden, ve yeşerdik binbir çeşit güzellikte, uzandık tekrardan göklere... Sonra suya aktık, topraktan doğduğumuz yerden, yüzmeye başladık maviliklerden. Kimimiz sığda kaldı, kimimiz derinden, ta ki hareket etmek isteyene kadar, suyun dışındaki yerden...

Toprağa bastık, hissettik ayaklarımızı yerden, ve en çok bunu sevdik, ağaçtan ve denizden. “İnsan” dedik kendimize, unutarak ne olduğumuzu çok önceden.

Herşeyi yeniden öğrendik; keşfettik hiçlikten, ve binlerce yıl bu şekilde devam ettik, ama önceki hayat zevkinden uzak; düşünce ve hislerden!.. Daha çok istedik, gözümüz kaydı yanındakinin elinden, kurallar koyduk, kendi çıkarlarımız için aniden. Kimine din dedik, kimine özgürlük; işimize geldiğinden... Ve biz yok oldu, ben kaldı tek derdimiz birden...

Birlikteliklerimiz; tutsaklık, sevgimiz, neşemiz; keder, isteğimiz güç olunca ayrılamadık bu küreden. Zaten dönüş yolları da kapanmıştı, biz karşılıklı savaşırken...” diye devam etti sözlerine...

Masal mıydı? Yoksa yaşadığımız illüzyon dışındaki gerçekler miydi, biz bilmeden, yavaşça kalktı ve uzaklaştı oturduğumuz yerden... Hatırladığım beyaz-gri uzun saçları ve derin koyu mavi gözleri kaldı o günden, bir de sözleri; anlattığı hikayesinden...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder