“Hikaye bu ya...” diye başlamıştı anlatmaya; “... o
dönemlerde henüz yeryüzü tam oluşmamış, kara parçaları hareket ediyordu suyun
üzerinde. Sadece hava, toprak ve su vardı bu oluşmuş kabuğun yüzeyinde. Bir de
ateş en derinlerde...Biz de izliyorduk bu küreyi uzaklardan, ne yapalım diye...
Dokunuşumuzla ışığı, nefesimizle ısıyı, sesimizle yaratmayı
bilen bizler, karar verdik; bu kürede biraz zaman geçirmeye...
Önce toprağa aktık göklerden, ıslattık kuru, aç vadileri
birden, ve yeşerdik binbir çeşit güzellikte, uzandık tekrardan göklere... Sonra
suya aktık, topraktan doğduğumuz yerden, yüzmeye başladık maviliklerden.
Kimimiz sığda kaldı, kimimiz derinden, ta ki hareket etmek isteyene kadar,
suyun dışındaki yerden...
Toprağa bastık, hissettik ayaklarımızı yerden, ve en çok
bunu sevdik, ağaçtan ve denizden. “İnsan” dedik kendimize, unutarak ne
olduğumuzu çok önceden.
Herşeyi yeniden öğrendik; keşfettik hiçlikten, ve binlerce
yıl bu şekilde devam ettik, ama önceki hayat zevkinden uzak; düşünce ve
hislerden!.. Daha çok istedik, gözümüz kaydı yanındakinin elinden, kurallar
koyduk, kendi çıkarlarımız için aniden. Kimine din dedik, kimine özgürlük;
işimize geldiğinden... Ve biz yok oldu, ben kaldı tek derdimiz birden...
Birlikteliklerimiz; tutsaklık, sevgimiz, neşemiz; keder,
isteğimiz güç olunca ayrılamadık bu küreden. Zaten dönüş yolları da kapanmıştı,
biz karşılıklı savaşırken...” diye devam etti sözlerine...
Masal mıydı? Yoksa yaşadığımız illüzyon dışındaki gerçekler
miydi, biz bilmeden, yavaşça kalktı ve uzaklaştı oturduğumuz yerden...
Hatırladığım beyaz-gri uzun saçları ve derin koyu mavi gözleri kaldı o günden,
bir de sözleri; anlattığı hikayesinden...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder