26 Mayıs 2014 Pazartesi

Adım Ahmet, yaşım 25.



Tanımazsınız beni, hiç görmediniz, hatta belki bilmeyecektiniz de, yaşanan trajedinin oyuncularından biri olmasaydım... Birazdan tanıyıp, sonra unutacaksınız, ama söz uçar, yazı kalır misali, bu satırlardayım ve yanınızda, aklınızdayım...

Adım Ahmet, yaşım 25. Orta okul mezunuyum, okuyamadık işte... Askerlikten sonra ise Emine oldu bana eş, kıt kanaat geçindik ve sevdik birlikte... Her sabah uğurladı beni işe, ve sıcacık gözleriyle karşıladı her akşam dönüşte...

Adım Ahmet, yaşım 25. Beş yıl çalıştıktan sonra yerin dibinde, bir daha geri dönemedim evime! Nefessiz kaldım derin mahzenlerde...

Biliyorum, insanlar göz yaşı döktü gidişime, ama beni ışıksız bırakanlar, eğlendi düğünlerde, tokat attı vedama üzülenlere, kader dedi; ihmallere...

Emine bekledi gece ayazda bir ümitle, ve o da nefessiz kaldı yerin yüzünde, kalbi acıdı, karanlığa düştü benim gidişimle...

Adım Ahmet, yaşım 25. Ne insan gibi yaşamama izin verildi, ne insan gibi çalışmama kısacık ömrümde. Şimdi yokum evimde, zor bir yaşam sevdiklerimi beklemekte; ben "öldüm", ölümlerin en siyahı ile...

Adı Ahmet'ti, yaşı 25. Karanlıkta kömür oldu, açlıktan kilosu 55... Kaç Ahmet ölmeli, 300 yetmedi mi size? "Dur" demek için insanlık dışı her şeye!!!

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Ayın ikinci pazarı...



Hepimiz biliyoruz ki, Mayıs ayının ikinci pazarı “anneler günü”... On gün öncesinden başlayan reklamlar, ve şirketlerin özel hizmet duyurularından, unutmamıza fırsat da yok bu günü aslında ama; özel günleri hatırlıyor, ya da birileri hatırlatıyor bize, bir şekilde...

Sosyal paylaşım sitelerinde annelere güzel sözler... birlikte çekilmiş resimler... hediyeler de tabii günün beklenenleri. Aslında bunların hiç birine söylecek sözüm yok, en az herkes kadar ben de seviyor ve sevinmesini istiyorum annemin, ve diğer özel günlerde, diğer özel kişilerin. Ama benim takıldığım nokta; özellikle “kız evlatlar” tarafından suistimali “annelik müessesesinin”!

Her anne için, evladı özel, önemli, bir tane, en güzel... ve karnında büyümeye başladığı andan itibaren; en üstüne titrediği, en sevdiği, hatta canını verebildiği varlık dünyada... Bebekken, çocukken koruduğu, genç olunca kolladığı, ve yaşı kaç olursa olsun, gözünde ‘korunmasız bebeği’ olarak gördüğü...

Bunlar hepimizin, farklı şekillerde anlatabileceği şeyler elbet. Peki ama evlatlar olarak; annelerin de en az bizler kadar birey olduklarının ne kadar farkındayız?.. Bizim hayallerimizi gerçekleştirebilmemiz için tüm güçleriyle yanımızda olan bu özel kadınların, kendi hayalleri, kendi yaşamları için bizler ne kadar desteğiz?..

Hiç bitmeyen bu “anne-çocuk” denklemini, çoğumuz bencilce suistimal etmiyor muyuz?

Pek çok kez tanık olmuşumdur, evli, çocuk sahibi, yani anne olmuş arkadaşlarımın, sürekli olarak annelerinin hayatlarını kendilerine endekslemeye çalışmalarını! ‘Yemeğim yok’, ‘çocuğu bu hafta sen alabilir misin?’ gibi sürekli bir destek talebinde bulunmalarını... Tabii ki evlatlarını, tabiri caizse canlarından önde tutan anneler, bunların hiçbirini suistimal olarak görmeden ve çocuğunu mutlu etmek için yapmaktadır ama; bu koca çocukların da belli yaşlardan sonra, annelerinin “kendi hayatları” olabileceğini ve bu hayatlar için onlara fırsat vermeleri gerektiğini hatırlamaları lazım!

Annelerimiz, dediğimiz gibi “baş tacımızsa”, bir kraliçe gibi kendi isteklerinin gerçekleşmesini geciktirmemiz veya engellememiz, büyük sevgi gösterilerimizle dalga geçmek gibi olmuyor mu?..

9 Mayıs 2014 Cuma

Karmaşa(sız).. Karar(sız)



Hepimiz, hayatımızın çeşitli dönem ve dönemeçlerinde, kararlar almak, hayatımızı yeniden yapılandırmak ve yönlendirmek durumunda kalırız; kimisi mecburiyetten, kimisi zevkten... Ve her insana göre değişir bu karar alma şekilleri ve güdüleri... Bazıları ince hesaplar yapar, ölçer tartar, bazıları kalbini dinler, içgüdülerini izler...

Ama derin ve radikal kararlarda; tam bir karmaşa yaşanır; hem beyninde, hem de yürekte. Huzursuzluk, dengesizlik, neyi düşüneceğini, nasıl hissedeceğini bilmediği bir hal olur, ruh ve bedende. Bu karmaşa devam ederken, uykusuzluk, ya da uyuma halleri gibi fiziksel değişimler de eşlik eder yaşanan tüm o karmaşalara... Karmaşa olmadan karar gelemez çünkü arayana...

Bu iç savaş yoksa, karar alma raddesine gelemez çünkü  insan. Karmaşa yoksa, rahattır ve mutludur döngüsünde. Ama karmaşa olmazsa, büyüme de olmaz, gelişme de, karmaşa olmazsa aşk da olmaz, nefret de...

Sonra bir an gelir; bir söz, bir bakış, bir hareket çıkıverir ortaya, ve tüm o karmaşadan, tüm o savaştan karar doğar, küçük detay ne yaptığını bilmeden.  

Fırtınadan önce sessizlik olur, sonra fırtına patlar; deniz, hayatımız, alt üst olur, debelenir dururuz dalgalarla, ve sonra fırtına diner, yeni bir dönem başlar ta ki bir sonrasına... Karmaşa olmadan yeni dönemler açılmaz ne insan hayatında, ne ülkelerde, ne de dünyada...

Karmaşadan kaçmamak gerekir yani aslında, onlar anahtar olurlar tüm yeni kararlarımızda...

2 Mayıs 2014 Cuma

Keşke...



Aklımda bu hafta yazacağım konu belli, sadece oturup yazmam gerekiyor klavyede. Ama, anı zamanda anonim bir hikayeyi de hatırlamışım, bir konuşma içinde, ‘onu mu yazsam?’ diyorum kendi kendime; oyalanır, bu yazma sürecini geciktirirken gecenin bir vaktinde... 

Okumakta olduğum kitabı alıyorum elime, ‘birkaç sayfa daha oku’ diyorum, belki bu oyalanma halimi engeller, yazı yazmaya başlarım diye... Kitabın içindeki hikaye de o kadar çok kabuk değiştirerek ilerliyor ki; bir kaç sayfa, birkaç bölüm oluyor, beynimde yeni düşüncelerle...

Yok artık yazmak istemiyorum ilk karar vediğim konuları... En iyisi biraz televizyona bakmalı, hem belki uyukum da gelir, belli ki bu gece oyalanma modundayım, kaldı yarına yazı.

Konusunun ortasına gelmiş gerilim ve korku filmlerine kısa süreli takıldıktan sonra, yeni başlayan bir film buluyorum kanalların birinde; adı “Keşke”. Film (If Only-2004, Gil Junger); ilk izlenim klasik romantik bir çalışma, sonra yavaş yavaş başka mesajlar çıkıyor akışta...

Hep ‘kendimiz için’ doğrulara, ve önceliklere konsantre olan bizlere; aslında çok ince göndermeler var filmde: “ya yarın yoksa?”, daha kötüsü “ya değer verdiğimizi belli etmediğimiz insanlar yarın yoksa?” diye soruluyor aslında...

Hiç sorguladınız mı kendinizi bu konuda?.. “Boşver” deyip ertelediğiniz, ya da “daha sonra” diyerek ötelediğiniz, ilişki konularında; başka hiç şansınız olmazsa?! Yanınızdan gülümseyerek ayrılıp giden insanları bir daha görme imkanınız yoksa?!

Evet, yapıyoruz bu ertelemeleri hayatımızda; ‘sonra ilgilenirim’ diyerek, vakit ayırmıyor, dinlemiyor, öncelik sıramıza almıyoruz en yakınlarımızı. ‘Nasıl olsa onlara nazımız hep geçer’ diyoruz , ve başkalarına yönlendiriyoruz varlığımızı...

‘Sonra’, ‘bakarız’, ‘şimdi bilmiyorum’, ‘belki’, ‘konuşuruz’ gibi mazeretlerimiz de hazır olunca cepte, zaman akıp gidiyor biz çok farkında olmasak bile...

 “Keşke”lerimiz az olsun diye; beklemeden, oyalanmadan, sıkmadan, sıkılmadan, şu anda dile getirmeliyiz, söylememiz gerekenleri aslında! Zaman, aleyhe işliyor çünkü ertelenen hayatlarda...