28 Nisan 2011 Perşembe

Zeyna!!!

-          (Yüksek Sesle Bağırarak - Balkondan) Gel bakayım buraya!!! Nedir o köpeğe yaptığınız?
-          (Tedirgin Sesle – Arka komşunun bahçesinden) Abla, biz bişey yapmıyoruz...
-          Gelin bakayım tellerin yanına, gördüm o köpeğe ne yaptığınızı, bir daha görürsem arayacağım polisi ona göre!!! Boynunu sıkarsınız hayvanın!!!
-          Abla saldırıyor da... tutmaya çalıştık...
-          Köpeğe eziyet ettiğiniz için saldırıyordur, bir daha görmeyeyim!!!
“Zeyna Sendromu” gibi birşey yaşadım o an balkonda aslında... Yani 3. kattan atlayıp birşey olmayacağımı bilsem, Zeyna gibi “lililililil” diye uçabilirdim çocukların üzerine... Hoş, o sinirle uçamadığım daha iyi oldu... aksi takdirde ben birilerinin boğazını sıkabilirdim...
Dikkatimi çekiyor, genellikle gelişme çağındaki çocuklarda ciddi bir agresif tutum var, ve maalesef sizin normal yaklaşımınızda değil, ancak sinirli ve sert yaklaşımınız karşısında kendilerini düzeltiyorlar, diğer durumlarda bir “lololo” tavrı...
Nüfus artışı da göz önüne alındığında, önümüzdeki 10 yıl içinde neye benzeyeceğimiz de ayrı bir konu!?.. Çocuklar, aslında suçlanacaklar listesinde en son sırada... ‘Eğitimsiz’ ailelerde bilmem kaçıncı çocuk olarak doğmuş olmak onların suçu, muhtemel aile içi şiddet ve korkulan bir babanın çocuğu olmak da onların suçu, okullarda nasıl verildiği tartışılır ‘eğitim’ de onların suçu, öğretmenliği toplumsal bir görev ve bir hayat misyonu olarak görmeyip; maaş + 3 ay yaz tatili şeklinde algılayan eğitim kadrosu da!.. Bu şartlarda “suçlu” bulunan çocukların hayvanlara, yaşıtlarına, topluma verdikleri zarar... Kimin suçu???...   Ve bence en önemlisi, kimin bu duruma “DUR” diyeceği!!!
Geçen günlerde, benzeri bir olaya daha şahit olmuştum, başka bir köpek eziyeti... onu bir şekilde çözdük, hayvana yeni bir yuva bulduk. Ama o süreçte yaptığım girişimler ve aldığım sonuçlar, tam anlamıyla içler acısıydı... Kaynakları çok kısıtlı bir ‘Hayvanları Koruma Derneği’, doğayı korumadığı gibi hayvanları da korumayan bir hukuk sistemi ve en acısı “boşveerrr” diyen bir çevre tutumu...
Sokaklara baktığımızda; en son model arabalar, geceleri tıklım tıklım olan eğlence mekanları, davetler, tatiller... Diğer taraftan yaşanan hayatla örtüşmeyen bir ekonomi, bir çok şiddet ve cinsel suç ve yetersiz eğitim-sağlık-adalet sistemi... Kısacası, dışı boyanmış, bahçesi bakımlı ama içini kurtlar kemirmiş, çöktü çökecek bir ev!
İnsan, filmlerdeki Zeyna gibi kahramanların, günümüz uyarlamalarını özlüyor haliyle... Uçarak olaya dalan ve kısa zamanda yanlışları düzelten...

21 Nisan 2011 Perşembe

Sil Baştan

Şebnem Ferah söylüyor “Sil Baştan”... ve tüm radyolar çalıyor iki yıldır, eğlence mekanlarında canlı performans istek alıyor ve İngilizce rock dinleyenler bile; bir ya da iki kez olsun sonuna kadar dinliyor bu şarkıyı... Hepimiz, sözlerin felsefesini beğeniyoruz aslında, ne de olsa istemiyor muyuz geçmişten gelen bazı zincirleri kırmayı, bazı anılardan kurtulmayı...
Ama öyle olmuyor işte!.. Temiz bir sayfa açabildiğimizi düşünsek de, bizi, bugün biz yapan, geçmişte yaşananlar, acı veya tatlı... Dünden besleniyoruz aslında, şu anı yaşamaya çalışsak da, geleceği planlasak da, damarlarımızdan dün akıyor, biz dönüp arkaya bakmasak da... Ve geçmişten referans alan hayat, silinip yeniden başlamıyor, sadece ‘unutmuş’ gibi davranıyor ve biz duvarlarımızı yükseltiyoruz yaşama karşı, başka birşey yaptığımızı sanarak....
Hatta, bazen yeni başlangıçlardan koruyoruz farkında olmadan, ne de olsa eski, kötü de olsa tanıdık, bir şekilde başa çıkmayı öğrenmişiz yaşananlarla... Ama ‘yeni’ tüm tazeliği ve bilinmez güzelliği ile kapımızı çalarken, çekiniyoruz; yeniden başa çıkmayı öğrenme zamanından, sabrımız, heyecanımız kalmamış artık, daha yorgun davranıyoruz yüksek duvarlarımız arkasından...
Zorlansak da, korksak da, yeniyi kabul etmek zorundayız yine de, asılıp kalırsak geçmişe, gözümüze inen perdeden, göremeyiz geçen zamanı, tat alamaz, anı hissedemeyiz kısacık ömrü hayatımızda...
“Sil baştan başlamak gerek bazen
Hayatı sıfırlamak...
Sil baştan sevmek gerek bazen
Herşeyi unutmak...”

15 Nisan 2011 Cuma

Kötü Senaryolar

Vizyonda bir çok zayıf ve gişe hasılatı hesaplanarak yapılmış prodüksiyon, televizyonda ise reyting  kaygısıyla arap saçına çevrilmiş bir çok dizi senaryosu var. Genelde işlenen konular ise entrika, tuzak ve hesaplaşma üçgeninde uzayıp gidiyor... Ayrıca, televizyonda ana haber bültenlerindeki trajediler yetmiyormuş gibi, gündüz ve gece kuşaklarında; katilini arayan kurban yakınları ve kayıplarını arayan ana ve babalar da var...
Ekrandan gördüklerimiz yetmiyormuş gibi, artık izlediğimiz bu dramlarda buluyoruz kendi hayatlarımızı da. Her gün gazetelerde boy boy resimler, olmadık olayları anlatıyor bize, iki sokak ötenizde biri öldürülebiliyor zalimce, kapınızı çalabiliyor bir hırsız; sözde başka bir sebeple...  Sonuçta, bir “güvensizlik” dalgası doğuyor içimizde... Artık izlemiyor, şahit oluyoruz olaylara ve güvenmiyoruz; insanlara, kurumlara ve kararlara...
Reyting rekortmeni dizilerde; para ile insanlar satın alınırken, polisler sinirlerini kontrol edemez ve suçlular paçayı sıyıyırken, kime ve nasıl bir mesaj verildiği hiç düşünülmüyor!.. Genelde Amerikan dizi ve filmlerinde “süper kahramanlar” hep ön planda olurken, bizde iyi olmanın da ciddi bir bedeli olmak zorunda...
İşte tüm bu olumsuz verileri topluyorken beynimiz, kendi senaryolarımız da kolay kolay iyi olamıyor maalesef... Güvensiz, kuşkulu ve tedirgin oluyor ve korktuğumuz herşeyi yaşıyoruz “normal” diye! İlla ki birileri hakkımızı yiyecek, çiğneyecek, birileri kuyumuzu kazacak, bizi aldatacak diye zırhımız hep elimizde; bir tehlike olsun veya olmasın çevremizde!?!
Bu kadar negatif bir yazı yazmamın sebebi ise, geçen sabah çok güzel bir havada, keyifli bir yürüyüş yaparken, neler geçtiği aklımdan... Gök mavi, ılık bir hava, zaman zaman yüzüme çarpan serin bir rüzgar, etrafsa yemyeşil... ama benim kafamda oluşan polisiye senaryoda, varsayımlar üzerinden monolog-diyaloğumda polislik olup, mahkemeye bile çıkıyor, hatta yalancı şahitler buluyorum karşımda... Sonra birden kendime gelip “Ne yapıyorum ben?” diyorum.. “Keyfini çıkarmak varken yaşadığım gerçekliğin, kurgulama yapmanın, üstelik de kötü bir senaryo yazmanın ne faydası var!?!”...
Özlemediniz mi siz de iyi senaryolar yazmayı... ya da “Avrupa Yakası” modunda olmayı?..

6 Nisan 2011 Çarşamba

“Bak postacı geliyor...”

Hiç çantası boyunda, mektup getiren postacı görmedim ömrü hayatımda; film ve diziler de olmasa hiç bir fikrim olmayacaktı postacılar hakkında... En çok aklımda kalanlarsa, Kemal Sunal’ın “Postacı” karakteri ve bir kült olan “Postacı Kapıyı İki Kez Çalar”filmi.
Zaman zaman kötü sürprizler çıksa da, genelde olumlu bir referansı vardır postacının; ne de olsa uzaktan haberler, müjdeler getirir insanlara... Şimdilerde sanal alemde herkes kendi postanesinin müdürüyken, kapımızı haber için çalan da kalmamıştır, sadece bizden birşey isteyenler dışında!..
Evet! artık kapımızı çalanların, telefonla arayanların bir çoğu “bir istirham” için ilgilenirler bizle; özel günler geçer, bayram seyranlar, hastalıklar yaşanır ya da mutluluklar, ama onlar yokturlar etrafta. Ne zaman bir kapının anahtarı vardır elimizde, iste o zaman ‘çok ilgili’ olurlar her ne dense !?!
İşte asıl mesele de burada başlar! Kime yardım etmeli? Kime edilmemelidir? Yoksa önemli olan yardım etmek midir? Kime olduğu önemsiz midir? Şimdi tabii herkes (inansın veya inanmasın) etik olarak, spritüel olarak ve dini olarak ‘yardım etmenin anlam ve önemi’ hakkında uzun uzun konuşabilir... Ama kendi tecrübelerimden biliyorum ki, benim kapıyı açtığım postacılar, ben postacı olduğumda, nedense hiç evde olmuyorlar nasılsa?!?... E tabii postacı da kapıyı kaç kez çalsın bu durumda... Genelleme yapmak ve herkesi aynı kefeye koymak olmaz ama... çoğu zaman ‘Anya’yı Konya’yı’ postacı olduğumuzda anlamıyor muyuz hayatta?