4 Ağustos 2016 Perşembe

Kader diyemezsin...

Hep yazacak bir şeyler var aklımda, ama gündem, gündemim o kadar hızlı bir devinim içinde ki; az önceki düşünce bile eskiyor saniyelerde... Daha çok aklım, siyasi konulara takık, yorum üstüne yorum dinleyip, araştırma üstüne araştırma okuyunca, yazmaya da vakit kalmıyor, hatta yaşamaya bile...
 
Kader diyebilir miyiz sizce?.. “Kader diyemezsin, sen kendin ettin!”. Karma diyelim o zaman Kader’e. İnanıyor muyum diye sorguluyorum yine, kendimi bu günlerde...
 
Mesela Kıbrıs’ın bir kaderi var mıdır sizce? Yoksa Kıbrıslılar mı ektiklerini biçiyor ada üzerinde?  Diğer siyasi aktörlerin rolü ne derece güçlü bu denklemde? Kader denilen şeyi değiştirir mi en küçük detaylar bile? Ya da Çiftçiler Birliği “demokrasi nöbetinde”yken, “red-edebiliyor” olacak mıyız bazı şeyleri kaderimizde?..
 
Hem inanıp, hem inanmadığım bu durumda: ‘Kontrol edebildiklerim kader değil’ bence de; ‘kontrol edemediklerim kader’ dediğim yerde; yoksa ‘kontrol ettiklerim kaderimde mi var’ sorusu belirince... aklım çok karıştı yine!
 
Yaşadığım her şey bir kader ise bu seyirde, sanırım yazarı da benim bu günlüğün; satır satır hayat defterinde...Ama fark ettiklerimi yazmak istemedim birden size, herkes kendi kaderini yazsın, silinmez mürekkep kalem ile...

Zaiyat Dolu Proje

15.07.16, saat 23:30 civarları, cep telefonuma bir haber sitesinden mesaj geliyor, "Türkiye'de darbe" diye! Birden irkiliyorum, darbe ne demek? sadece filmlerde olmaz mı? zaten iç savaş olan ülkede yeni bir cephe mi açılıyor?... Bu sorularla haber kanalları arasında dolaşmaya başlıyorum ve gelişmeleri an be an hepimiz izliyoruz...
 
Sosyal medya yanıyor! Darbe yapılan yönetimin başındakiler, tüm kanallara bağlanıp canlı demeçler veriyor, müdahale sadece İstanbul ve Ankara'da gerçekleşiyor, sokaklarda olan insanlar canlı paylaşımlar yapıyor... Allah Allah diyorum "darbe know how"u olan bir ülkede nasıl bir durum bu?

Bir arkadaşımla online durum değerlendirmesi yapıyoruz. Bana merak etme bu bir düzmece, 1-2 saate her şey biter diyor... Ve bitiyor, camilerde ezan ve İstiklal Marşı okutuluyor... Sosyal medya iki farklı görüşte bölünüyor; darbeydi, düzmeceydi diye...

Dış kaynaklı haber siteleri de bu durumun gerçek bir darbe olmadığı yorumunu getiriyorlar... Bana da mantıklı gelmiyor değil açıkçası, bırakın Hollywood'u, Yeşilçam filmlerinde bile darbeler çok daha farklı gerçekleşiyor...

Benim kafama takılan ise başka sorular; Mesela Gezi olaylarında sadece iki şehirde değil, tüm Türkiye ayağa kalkmışken, asker müdahale etmedi de, 15 Temmuz sabahı mı bu niyetle uyandı? Ergenekon ve Balyoz davaları ile yüzlerce komutan resmen "psikolojik telef" edildi de, şimdi mi bu fark edildi ve müdahale edildi? TBMM'ni kim patlattı? Güneydoğu'da "askerim askerim" diye göklere çıkarılan ordu, şimdi yerlerde medya tarafından çekildiğinde kim karlı çıkıyor? Ve en önemlisi askeri diktaya karşı duran milli irade (?!), diktatörlüğe de karşı duracak mı?...

Kim bu olaydan karlı çıkarsa, belli ki bu zaiyatlı projenin mimarıdır ve her şey zamanla anlaşılacaktır, ama bu durumdan Türkiye muhakkak yaralarını alacaktır...

Farklı

Çok mu farklı büyüdüm, büyütüldüm ben? Çok mu farklı bir aileye mensubum? Hayatım çok mu farklı gerçekleşti, yaşandı genelden? Ben nerede çizgiden çıktım?..
 
Bildiğim kadarıyla dünyalıyım. Başka bir gezegenden geldiğimi hatırlamıyorum. Savaş sonrası, 1970’ler sonu doğmuş. Tüm aynı dönemde doğanlar gibi sokakta tek-ayak, saklambaç oynamış, ilk-orta-lise hayatını devlet okullarında okumuş, annesi, babası çalışan, anneannesinin büyüttüğü biriyim, en yalın özetiyle...
 
20’li yaşlardan itibaren de, kendi kendini büyütme, kişisel gelişimini yaşama sürecinde; bazen bilinçli, bazen bilinçsiz, deneme yanılma yöntemiyle gelmişim işte bugüne...
 
Ancak ciddi bir uyumsuzluk yaşıyorum geldiğimiz günle! Anlamıyorum insanları, duygu ve düşüncelerinin nasıl yapılandığını... Neden yaşamak, yaşatmak yerine öldürmeye, güç kurmaya bu kadar bağımlı olduğunu? Hem kendi türüne, hem diğer canlılara nasıl acımasızlaştığını anlamıyorum!?? Bir şekilde anlamaya çalışıyor ama yapamıyorum...
 
Tek bir gerçek varken yaşamda; “hepimiz doğduk, hepimiz öleceğiz”, niye bu sürece müdahale ediyoruz? Neden geçmişi kurcalamak ve geleceği planlamak savaşında bugünü yaşamıyoruz? Hangi sebeple düşman olmak zorundayız kendimiz dahil herkese? Neden illa kavga etmek zorundayız?...
 
???
 
Unutmuşum herhalde ama öyle olmalı; ben dünyalı değilim, türünüzü incelemeye gelmişim, ama o kadar farklıyız ki, becerememişim... Sanırım olay bu!

Arabesk

Yaşımız kaç olursa olsun, ruhumuz kaç badireden geçerse geçsin, hep bir çocuksu heves vardır içimizde, yeşermesine izin verdiğimiz sürece... Bende her yaşta hissettiğim bir duygudur bu, her ne kadar yaş, mevki, yaşam tarzım değişse de. İçimdeki o telaşlı, haylaz, hayalperest çocuk, sahneye çıkmak ister, fırsat buldu mu; plansız olarak her yerde.
 
İşte tam da öyle bir ruh halinde, gecenin bir yarısı olmuş saatlerde, elimizden düşmeyen akıllı telefon baş rolde, mesajlar kontrol ediliyor, bir beklenti içerisinde... Ve aklıma hit bir arabesk geliyor; meyhane gecelerinde. Hemen youtube’a giriyorum, ve şarkı devam ediyor şu sözlerle: “Telefonun başında, çaresiz bekliyorum, Bekliyorum ama çalmayacak biliyorum... Hala beni seviyorsun, Bunu sende biliyorsun, Niye beni aramıyorsun?..” Hakan Altun şarkısı, kazınmış dağarcığın bir yerine...
 
Ve gülümsüyorum kendi kendime; ne Selami Şahin, ne İbo, ne Orhan Baba şarkıları söylemişizdir; vintage, retro, rock, grunge, pop stillerimizle =)
 
Arabesk, her ne kadar tarz olarak bize uzak görünse de, en çok o acıklı nameler dokunmuştur yüreğimize, özellikle içimizdeki çocuk küstüğünde... Şişenin dibini kankalarla gördüğümüzde, dertlenip, içip, dağıtmak istediğimizde, inceden inceye arabeski de sevdik, ekledik kendi mozaiğimize...
 
Bazen çocuk gibi coşmalı yani, bazen de dertlenebilmeli o namelerle... Şimdi bir sahil kulübesinde olmak vardı; rakı, balık, dost sohbeti, klasik bir arabeskle...

10 yıl önce 10 yıl sonra

Bir yerde okumuştum; "10 yıl önceki benle karşılaşsam, kavga ederdim" diyordu yazan. Ben kavga etmezdim herhalde, ama bunalırdım muhtemel, o devinimde...
 
Durma dinlenme bilmeyen, önündeki çorba haricinde her şeye maydanoz olan, her konuda muhakkak bir fikri, herkesten ve kendinden çok yüksek beklentileri olan, işkolik, mükemmeliyetçi, takıntılı, aşırı heyecanlı bir profil, başrolde!..
 
O günlerden, bu günlere çok şeyler yaşandı elbette. Çok değerli bir dostumun dediği gibi "hayat törpülüyor bizi, sert köşelerimizi", en çok da kendimize karşı, deneyimlerle...
 
Durup baktığımda geçmişe, nefes almayı öğrendim galiba en çok; an'ı fark etmeye başladım nefesimle, hep önceyi, sonrayı düşünmek yerine... Her konuda fikir sahibi olmak son buldu, fikir sahibi olmak için çalışmaya başladım bu sürede; ahkam kesmeyi bırakıp, paylaşmayı, sormayı, öğrenmeyi tercih ettim yumuşayan köşelerimle... Kendime koyduğum hedeflerim olsa da yine; insanlardan beklentilerimi azalttım bu süreçte; oldukları gibi kabul etmeyi ve öyle sevmeyi öğrendim, en doğal hallerinde... İşkolik değil, profesyonel olmayı ve didinme, savaşma yerine; aklıselim ve planlı olmayı öğretti farklı kurumlar, insanlar bana geçen senelerde...
 
Heyecan ise, her zaman olmalı elbette, ancak kontrollü ve yıkmadan, yaratmak için ve yürüyebilmek için daha ileriye, tadını çıkararak yolun, nefesin ve dünyanın yaşanan gününde...
 
10 yıl daha eskidim böylece, ancak eksilerek değil, artarak, severek ve paylaşarak bu seferde. Şimdi 10 yıl sonraki ben olmaya başlamış bir şekilde, hazırlıyor beni yeni keşiflere...