14 Ocak 2016 Perşembe

Bir Yolcunun Not Defterinden...

Uzun zamandır yazıklarımı sizlerle pek paylaşmadım... Sevgili bir arkadaşımın da yüreklendirmesiyle farklı çalışmalar yapıyorum belirli bir süreden beri... Hem gerçek, hem yaratılmış karakterlerle ilişkim, sözcüklerle buluşurken, bu yeni yazı macerasını bir yandan yoğuruyorum, bir yandan da, zaman zaman yaşadığım kendimi kurcalama; yağımı, suyumu ölçme, fren balatalarımı değiştirme sürecimde, pek kendi genel servisimi de yazmayı tercih etmiyorum...

Bu servis dönemine, uzun süre öncesinden ayarlanmış bir seyahat da denk gelince, "tebdil-i mekanda ferahlık vardır" diyerek bir de kaçamak gerçekleştirdim. Hoş bu durum genel servisimin biraz affalamasına sebep oldu ama, o başka bir yazı konusu olarak kalsın şimdilik, henüz hangi parçaların değişeceğinden pek emin değilim çünkü.

Aslında "yediğin içtiğin senin olsun, bize gördüklerini anlat" derler ama, benim öyle bir niyetim de yok, onları da önce elemek gerek, özel bir yemek yaparkenki itina gibi, tatilini anlatan çocuk kompozisyonu gibi değil tabii ki!

Ne mi anlatacağım?.. Bu seyahat esnasında, daha doğrusu başında ve sonunda yaşadığım bir dizi olumsuzluk, ve bu olumsuzluklardan yola çıkarak, bir ülkenin kendi kendine verdiği değeri, ve kendini algılamasıyla, diğer ülke ve toplumların onu nasıl algılayacağı ile ilgili naçizane yorumumu biraz mizahi, biraz da kinayeli bir şekilde sizinle paylaşmaya çalışacağım... Bu seyahatle ilgili şimdilik, azıcık da hava atarak verebileceğim minik detay (!?!); heyyyy Madonna'yı canlı izledim ve yine izlemeye niyetliyim! Bu kez yorum yapmayıp haset edenler, gelecek sefere benle gelebilirler, kin tutmam, bilirsiniz...

Gelelim bizim Rafet el Roman tadında "macera dolu Amerika" seyahat atraksiyonlarına...Kasım ayının son günlerinde, ‘star alliance’lı hava yolu şirketi ile yolumuza çıkalım dedik... İlk önce uçak sis nedeni ile 2 saat rötar yedi, ancak bu yıldızlı şirket, rötarı bildirme zahmetinde bile bulunmadı. Tabii aktarmalı uçuşlu ben, ikinci uçağa bu sebeple arkadan bakmak zorunda kaldım. Allahtan Türkiye'deki her yönlü ani siyasi çıkışlar öncesi, kendime hediye olarak alıp, sonradan döviz dalgalanmalarında karlı çıktığım business class biletim vardı da, beni aktardıkları sonraki uçuş için havalimanında banka loungeları veya karınca yuvası restoranlarda sürünmedim.

İkinci uçağa gidişimiz ise otobüsle oldu, sanki havalimanında hiç boş körük yokmuş gibi! Otobüsle sallana sallana hangarın yanındaki park etmiş Londra uçağına, yolculardan birinin deyimi ile; nazi kampına götürülen yahudiler gibi itiş kakış gidebildik.

Bu havayolunun uçuş ekibine bir şey diyemem, kendi havacılık deneyimime göre oldukça iyi iş çıkarıyorlar. Ama parası bolca ödenmiş koltukların hali, uçuş ekipleri ile ters orantılı, söylemeden geçemem. Çalışmayan koltuk hareket düğmeleri, düz durmayan ikram tepsileri, hareket ve dikkat yeteneklerimizi sınamak için değiştirilmiyor belli ki!

Dönüş yolculuğu İstanbul ayağı da, hangar yakınına inen uçak ve yine otobüsle ne idiü belirsiz noktaya taşınan Kıbrıs yolcuları ile şenlendi tabii... Bir ülkenin kendi havayolu şirketine, hele bağlantılı uçuşlu müşterilerine Havalimanı'nı baştan başa koşturtmak için organize edilen bağlantılar, insan istese kurgulanamayacak cinsten! Allahtan zamanında paraya kıymışım da "fast track" imkanlarından yararlandım. Aksi halde spinnig ve pilates derslerimin de bu koşuya destek verebilmeleri söz konusu olmayacaktı. Ancak fast track ve kardiyo çalışmaları ile kondisyon işe yaradı, yoksa normal prosedürle olabilmesi imkansızdı.

Bir de İngiltere'nin en büyük uluslararası terminalinin önüne totem yaptırıp, lounge hizmetini başka havayolundan almak da ayrı bir başarı öyküsü olsa gerek. 

Uzun lafın kısası, yer hizmetlerini diğer yurtdışı şirketlere tam ve zamanında verebilmek, ve verememeleri durumunda tazminat ödememek için 'profesyonel' davranan resmi yer, hava hizmetleri vizyonu, aynı hassasiyeti kendi, öz varlıklarına göstermeyi misyon edinmiyorsa, bu ne şalgam, bu ne turşu! Sen kendini zaten ikinci, üçüncü sınıf olarak afişe etmişsin, karşındakiler ne yapsın, sen bu kimliği çoktan özümsemişsen eğer...


Savaş Yorgunu

Aklıma güzel şeyler geliyor yazmak için; heyecanlar, neşeler, eğlenceler, doğa, minik kediler... Sonra bir şeyler karalarken kendi dağarcığımdaki yazı tahtamda, haberler geliyor gözümün önüne; çocuklar, ölenler, yıkıntılar, virüsler, hastalıklar, düşmanlıklar... Ve birden o hafiflik gidiyor içimden, bir kasvet, bir yorulmuşluk geliyor üzerime...

Modüler 3. Dünya Savaşı devam ederken, yakınlarda, uzaklarda, bir yerlerde, ‘şanslıyım’ diyorum, ‘hiç savaş yaşamadım ben’...

Yaşamın, doğanın, doğanın parçası olan tüm canlıların, savaşmak için yaratılmadığından emin bir şekilde, savaşanların gereksiz yorgunluklarını hissediyorum sanki iliklerimde... Oysa yazmaya başladığım gibi devam etse, ne farklı olacaktı sözcüklerim, duyulan bir kalp sesinde;

“Hiç kalp sesini dinlediniz mi, teknolojik olmayan bir şekilde? Kulağınızı dayayarak nefesin bu haline? Bir bebeğin, bir çocuğun, gözleri gülen bir köpek yavrusunun, evin cırcır muhabbet kuşunun, komşunun bahçesindeki beyaz tavşanın?... Sevdiğinizin, arkadaşınızın, annenizin, babanızın, kardeşinizin...


Yaşamı duyduğumuz tek anlardır belki de, eğer dinlersek gelen bir dürtüyle... Yaşamın her gün, her an algıladığımızdan daha derin olduğunu, duyarak hissettiğimiz anlar...” diye devam edecekken cümlelerime, kendi iç gezintilerimde, birden irkiliyorum gözümde canlanan, ve aynı anda bir yerlerde yaşanan dehşetle!..