27 Mart 2015 Cuma

Veeee Melankoli...

Yazının adı melankoli ama, konu melankoli değil sözcük anlamı ve tanımıyla. O kadar çok kullanıyoruz ki bu kelimeyi, aynı depresyon gibi, sanki hafifliyor gerçekliği son zamanlarda. Her iki sözcük de, anlamları itibarıyla, günlük hayatlarımızda kullanabileceğimizden çok daha ağırlar ama, aynı temposu ve sözleriyle ciddi bir tezatı barındıran, Kayahan şarkısındaki gibi “... veeee Melankoli” deyip, geçiştiriyoruz işte, yaşamda...

Son günlerde, geçmişi pek bir anımsıyorum nedense, melankoliyle değil, ama bir çeşit özlemle. Sorguluyorum bildiğim dokudaki değişiklikleri; bazen hüzün, bazen neşe ile...

Mesela Çağlayan’daki Bayram Yeri’ni hatırlıyorum, şu anda nüfusun çoğunun bilmediği, pamuklu şekerle uçaklara ve çarpışan arabalara binişimi babamla ve çekip çekip kazanamadığım oyuncakları ağlamayayım diye alışını, kazandım zannederek belli bir yaşta... Yaz geceleri Resa’nın limonlu dondurması için Lefkoşalıların hisar üstüne gidişlerini ve yer bulamayışlarını o küçücük mekanda...

Dereboyu’nda çok az bina olduğunu hatırlıyorum, neredeyse hiç dükkan olmayışını ve sessiz bir karanlığa bürünüşünü, akşam sularında. Lefkoşa Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastehanesi’nin şehir dışı sayıldığını, ve Ortaköy Halk Fırını’nın Pazar akşamları sıcak çörek, yeni kavrulmuş fıstık ve helva sattığını...

Lefkoşa – Girne, Lefke, Mağusa yollarının tek şerit olduğunu ve kıvrılarak gittiğini, yaz aylarında Mare Monte Plajı’nın ne kadar kalabalık olduğunu ve Salamis Hotel’in ne kadar revaçta olduğunu hatırlıyorum, bir çok özel anıda...

Zamanla toplumların kabuk değiştirmesini normal karşılamakla birlikte, aynı çocukluğu yaşadığım insanları daha bir çok arıyorum şu sıralar çevremde, nedense... Sadece bize özel hikayeler, olaylar ve o büyüme sancılarını yaşadığım insanlar, daha bir iyi geliyor içime...

“veeee Melankoli” işte, yağmurlu bir günde, Lefkoşa Surlar İçi’nde...

11 Mart 2015 Çarşamba

Allak Bullak...



Ağustos böceklerinin sesi, sinirlerini bozuyordu. Sıcak ve nemli hava nefes almasını daha da zorlaştırırken, bu ses!... hem sanki içindeki karmaşıklığı yansıtıyor, hem de yaşadıklarını daha da zorlaştırmak için gittikçe artıyordu...

Otel odasının kliması çalışmadığından, belki bir umut, dışarısı serin olur diye camı açmıştı. Ama bu kez de bütün gece sivri sineklerle uğraşmıştı. Hoş, sivri sinekler önem sırasının en altındaydı. Ancak belki sinirini, içinin dalgalanmasını ve tepkisini gösterebileceği tek  ‘anlatılabilir’ neden olduğundan, sinekleri gündem maddesi yapmıştı.

Hem nemden, hem de sineklerden uyuyamadığını söyleyecekti, asıl sebep bunlar değildi tabii; içini allak bullak eden, hayatının kontrolünü kaybettiği olaylar dizisinin sonunda, ne yapacağını bilemez, ne kalbini, ne mantığını dinleyemez, kullanamaz, çıkmaz yolun sonunda, kala kalmıştı tek başına...

Soğuk bir duş alıp, giyindi. Hiç sevmediği sarı keten eteği ile bir beyaz tshirt giydi, ve çok rahat olmayan, parmak arası şeffaf terliklerini. Neden bula bula bunları getirmişti ki yanında? İnsanlar sevmedikleri, rahat olmadıkları kıyafetlerle, daha da sıkıntılı olmazlar mıyıdı?.. kendi halinin vahimliği yetmezmiş gibi! Eve dönünce hem bu eteği, hem de bu terlikleri atmaya karar verdi, zaten anımsattıkları şeyler de ‘hatırlanacak’ gibi değildi...

Aşağıya indi, olaylardan habersiz insanlar kendini bekliyordu. Acaba huzursuzluğu dışarıdan belli oluyor mu diye düşündü, onlara doğru yürürken... Çok sıcaktı, ve nefes alamıyordu. Nefessizlikten ve nemden ölebilir miyidi bu gün?.. Belki de iyi olurdu... Ama hayatını bu iklimde, bu kadar yıl sürdüren biri olarak, bu olasılık yoktu.

Güneşin altında bir beş dakika kadar yürümeleri gerekiyordu. Nerden çıkmıştı bu ziyaret olayı??? İçinden söyleniyordu... Hem nem, hem ağustos böcekleri, hem de an be an daha çok yakan güneşin altında, asfaltın kenarından yürüyorlardı.  Şeffaf parmak arası terliklerinin plastiği de ısınmış, zeminin ısısını ayaklarının altına veriyordu... Bir bu eksikti!

Neyse ki mesafe kısaydı, ancak bu süre bile, mevsim şartlarından, onu daha da kontrol edilemez bir bunalım içine sokmuştu... Allah’tan artık göz pınarlarım kurudu diye düşündü. Bir de geçen haftalardaki ağlama krizleri devam ediyor olsaydı, saklayabildiğini sandığı bu derin dalgalanmayı nasıl anlatacaktı?..

Havuz kenarına davet edilmişlerdi. Gereksiz bulduğu bu ziyareti, biraz daha çekilmez kılan, havuzdaki çocuk bağırışmaları ile geçirmek zorundaydı. Oysa şimdi, ‘sessiz bir serinlik’ ne kadar iyi gelebilirdi... Hem dış seslerin, hem de iç seslerin olmayacağı bir sessizlikti istediği...

Mandarin limonatası ikram edildi kendilerine; aslında hiç sevmezdi, çok tatlıydı çünkü. Ayıp olmasın diye bir iki yudum aldı terleyen bardağından. Şimdi midesi de bulanmaya başlamıştı, bu gereksiz şekerli ikramdan...

Ne kadar oturmuşları orada? Neler konuşmuşlardı? Kendine sorulan sorulara verdiği cevaplar, konuyla alakalı mıydı?... Hiçbir fikri yoktu... 

Allah’tan artık bu havuz başı işgencesi bitmişti, geri dönüyorlardı, aynı yanan yoldan. Deniz kenarına gideceğini söyleyerek,onların yanından ayrıldı. Toprak patikadan ve ağaçların arasından geçerek, yarı kumlu, yarı taşlı deniz kenarına vardı. Verdiği rahatsızlık gittikçe artan terliklerini eline alarak, kah taşların üzerine basarak, kah kumlu yerlerde durarak, temposuz ve duraksız bir yürüyüşe başladı.

En azından burası nefes alınabilir bir noktaydı. Denize baktı, sahile vuran erişteler, denizin üzerinde koyu renkli bir tabaka gibi, dalgalarla hareket ediyordu. Su berrak değildi ve allak bullak bir ruhu vardı, aynı kendi gibi...