16 Şubat 2015 Pazartesi

Çok Sesli



Çok seslidir aslında insan. İçinde bir orkestradaki gibi, birçok ses, fikir, düşünce ve duygu barındırır... Ancak gerçekten dinlenebilir olabilmesi için insanın, bir flarmoni orkestrası gibi, tüm seslerini doğru kullanmayı bilmesi, öğrenmesi gerekir.

Rahmetli anneannem, üç kardeşini art arda kaybettikten sonra, aile toplantılarında en büyük zevklerinden biri olan ud çalmayı bırakmış, çok yetenekli olsa da. Ama tüm torunlarına onun müzik sevgisi geçmiş ki; hepimiz tanışmışız enstrümanlarla, daha okuma-yazmayı öğrenmeden, küçük yaşlarda...

Enstrüman çalmak, çok sesli toplulukların içinde bulunmak; ilgi, yetenek ve çalışmaya bağlı olsa da, bu alanda en önemli unsur “dinlemek”, “duyabilmek”tir aslında. Dinlemeden ve duymadan, doğru icra edebilmek, bir sesin içinde olabilmek mümkün değildir; Ludwig van Beethoven olmadığınız durumda.

O yüzdendir ki, gerek klasik, gerek modern, gerek jaz, blues ve tüm müzik tarzları icrasında; ahenk, senkron, doğru ses yakalanmıştır perform eden gruplarda, aynı insanın kendi içinde yakalaması gerektiği gibi yaşamında...

Kendimizi ifade ederken, hem içimizi, hem de çevremizi “dinlemeyi” unuttuğumuz anda; bizi dinleyenlere gürültüden başka birşey aktaramayız sonunda. İç ahengi yakalayamamışsak ne dediğimiz anlaşılmaz; dış ahengi duyamıyorsak, çıkardığımız sesler çatlar, kulak tırmalar, ifade esnasında...

O yüzdendir ki, dinlemek ve duymak çok önemlidir kendini anlatmada; dağda bir kulübede yaşasak da, ya da şehrin ortasında...

9 Şubat 2015 Pazartesi

Yanılgı...



Farkındalıklarımızın eksik kaldığı durumdur yanılgı; ya kendimizi başka şeylere inandırmak istediğimizden, ya da gerçekten göremediğimizden... Sözlerinden ve gözlerinden, insanların beynine sızan ben; ne kadar “yanılmışla” karşılaşıyorum, tahminin bile ötesinden...

Yanılgı, gerçeği görme niyetiyle yok olmaya hazırken; çoğu, gerçekleri yanılsama denizinde yıkıyor, boş bir çaba içinde dövünürken... Yine de “dur” demiyorum izlerken, çünkü önce insan kendi ikna olmalı, yüzleşmenin güzelliğinden...

Yanılmış dünyaları, oturmuş seyre dalarken; ne masallar, ne ninilerle çalıyor insanlarlar, uzun sandıkları ömürlerinden... Kaotik gerçeklik, düzen arayışında hikayeleştirilirken, bir umut bende, tek tük uyanışlar için yeniden... 

5 Şubat 2015 Perşembe

Güzel Olmak...



Güzel olmakla ilgili “sırlarınız” var mı? Çevrenizdeki insanlar size sırlarınızı soruyorlar mı? Görünümünüzle ilgili iltifatlar alıyor musunuz? Filtresiz resimleriniz bile, filtreli mi sanılıyor?.. Güzel... Çünkü bu yazı, tam da beğenilmek ve dolayısıyla sevilmekle ilgili...

Öncelikle, bilinen ve uygulamada kesin sonuç aldığımız, gizemini kaybetmiş sırların bazılarını sıralayalım: Bol su tüketmek, katkı maddeli besinlerden kaçınmak, düzenli cilt/vücut bakımı yaptırmak, programlı spor yapmak vb... Artık bunları ezberledik zaten.

Ancak hala bir eksiklik, bir tamamlanamamışlık mı var? Olabilir! Çünkü; eğer içiniz güzel değilse, bu yaptıklarınızın hiçbiri enerjinizi güzelleştirmez, beğenilmenizi artırmaz ve sevilmenizi sağlamaz!

Güzel olmak; dünyaya güzel bakmakla başlar, yargılamadan ve önyargısız. Güzel olmak; yaşamı ve tüm yaşayanları sevmekle başlar, içten ve beklentisiz. Güzel olmak; dinlemek ve öğrenmekle başlar, kibirsiz. Güzel olmak yardım etmekle başlar; ayırmadan ve karşılıksız. Güzel olmak; barışla başlar, nefretsiz... Güzel olmak; gerçek insan olmakla başlar, olabilene sebepsiz!

Kayboluş...

“Hikaye bu ya...” diye başlamıştı anlatmaya; “... o dönemlerde henüz yeryüzü tam oluşmamış, kara parçaları hareket ediyordu suyun üzerinde. Sadece hava, toprak ve su vardı bu oluşmuş kabuğun yüzeyinde. Bir de ateş en derinlerde...Biz de izliyorduk bu küreyi uzaklardan, ne yapalım diye...

Dokunuşumuzla ışığı, nefesimizle ısıyı, sesimizle yaratmayı bilen bizler, karar verdik; bu kürede biraz zaman geçirmeye...

Önce toprağa aktık göklerden, ıslattık kuru, aç vadileri birden, ve yeşerdik binbir çeşit güzellikte, uzandık tekrardan göklere... Sonra suya aktık, topraktan doğduğumuz yerden, yüzmeye başladık maviliklerden. Kimimiz sığda kaldı, kimimiz derinden, ta ki hareket etmek isteyene kadar, suyun dışındaki yerden...

Toprağa bastık, hissettik ayaklarımızı yerden, ve en çok bunu sevdik, ağaçtan ve denizden. “İnsan” dedik kendimize, unutarak ne olduğumuzu çok önceden.

Herşeyi yeniden öğrendik; keşfettik hiçlikten, ve binlerce yıl bu şekilde devam ettik, ama önceki hayat zevkinden uzak; düşünce ve hislerden!.. Daha çok istedik, gözümüz kaydı yanındakinin elinden, kurallar koyduk, kendi çıkarlarımız için aniden. Kimine din dedik, kimine özgürlük; işimize geldiğinden... Ve biz yok oldu, ben kaldı tek derdimiz birden...

Birlikteliklerimiz; tutsaklık, sevgimiz, neşemiz; keder, isteğimiz güç olunca ayrılamadık bu küreden. Zaten dönüş yolları da kapanmıştı, biz karşılıklı savaşırken...” diye devam etti sözlerine...

Masal mıydı? Yoksa yaşadığımız illüzyon dışındaki gerçekler miydi, biz bilmeden, yavaşça kalktı ve uzaklaştı oturduğumuz yerden... Hatırladığım beyaz-gri uzun saçları ve derin koyu mavi gözleri kaldı o günden, bir de sözleri; anlattığı hikayesinden...