29 Aralık 2014 Pazartesi

Serap, Masal ve Hayal...

Zaman zaman hayat bir illüzyon gibi gelir bana; bir hikaye, bir masal, anlatılan özel olarak şahsa. Zaman zamansa, sızar illüzyon perdesi arasından “gerçekler” burnumuzun ucuna; savaşlar, ölümler, acılar çalınca kapımızı beklenmedik bir anda...

Ancak o davetsiz misafirler durmadıkça eşikte, kapımızda, bir seraptır; akar sanki hayat, bizim farkındalığımızın dışında...  Ve bir seraba koşan mecnunlar gibi, ulaşmak için suya, arzuya; yol alırız sıcak, kuru, engelli topraklarda...

Varınca ulaşılmak istenen an’a, yola veya olguya; çoğu zaman bir hayal kırıklığı olur ruhumuzda; ne serap gerçektir aslında, ne de vardığımız, beklediğimiz, ümit ettiğimiz, vardır çoğu zaman karşımızda...
2014’te bir çok seraplar görmüşüzdür farklı farklı hayatlarımızda, ve bir çok sükut-u hayaller yaşamışızdır illüzyon zamanlarda... O yüzdendir ki dileğim tüm okuyanlara; hayal edilene varılması yeni yılın akışında...

“Geceye açar akşam sefaları
Ölüme benzer güne vedaları
Deli dolu bir macera, bir şölen, bir düğün
Kadere kısmet narin hayatları

Işığa uçar bütün pervaneler
Ateşe giderken ne şahaneler
Dönerek acıyla, aşkla şu alemi
Yana yana rakseder divaneler

Bir varmış, bir yokmuş dünya masalmış
Her yolcudan bu handa hoş seda kalmış
Gökten üç elma düşmüş yuvarlanmış
Herkes payına düşen elmayı almış

Sora sora, az gidip uz gidip Kaf Dağına
Gizini arar saadetin dünyalılar
Günaha yakın dururken bir yanları
Ne kadar hazin hüzünlü sevdalılar”

Masal – Sertab Erener (söz: Sezen Aksu, Meral Okay, müzik: Giancarlo Bigazzi, Marco Falagiani, düzenleme: Levent Yüksel)

Aralık Yağmuru İle...

Birkaç haftadır yazı yazmıyorum. Çünkü beni etkileyen, yazmaya iten politik konularda kendimi ifade etmeyi sevmiyorum. Herkesin durmadan eleştiri yaptığı ve lafla peynir gemisini yürütmeye çalıştığı bu ortamda, a-politik duruşu tercih ederken, yazdıklarımla o güruhun arasında olmak istemiyorum. Ama büyük konuşmamak lazım işte; bastırmaya çalıştığım düşünceler, parmaklarımın ucundan, klavyede hayat bulmaya başlıyor, ben çok istemesem de...

Aralık yağmuru ile, çok dallanıp budaklanmadan, elimden geldiğince konuyu kısa tutmaya çalışıyorum; yazacak ve söyleyecek, yazılan ve söylenen onca şeyin ardından.

10.12.2014, arabamı Mahmut Paşa park yerine bırakmış, Işık Kitabevi’nin bulunduğu sokaktan Girne Caddesi’ne doğru yürüyorum, bir önceki gün yağan yağmurun oluşturduğu gölcüklerin etrafından dolaşıyorum. Evini, su baskınından korumaya çalışırken, parmağı garaj kapısı altında kalarak kopan arkadaşımı düşünüyorum, geceyi nasıl geçirmiştir diye... İçimden de, her değişen yönetimle, değişmeyen statükoyu sorguluyorum; ne partiler, ne hükümetler, ne belediyeler gördük de; sonuç hep aynı oldu diye...

Tam bu sırada, yol kenarına park etmiş arabadan bir kadın ve bir erkek iniyor. Kıbrıslı değiller, konuşmalarından anlıyorum. Kadın, spor ayakkabı ve türbanı kombinlemiş önümde yürüyor ve yanındaki erkekle konuşuyor. Türban, bana göre bir özgürlük göstergesi olduğu için beni rahatsız etmiyor, ama beni asıl rahatsız eden; aralarında yaptıkları “Kıbrıs Meselesi” yorumları:

“Zaten ‘bunlardan’ (Kıbrıslılardan) birşey olmaz” diyor adam, “...en sonunda bir vali ‘atanacak’, dairlere de 20 adam ‘gönderilecek’, bu iş çözülecek”. Kadın da tasdikliyor bu düşünceyi “...olacak en sonunda, ama ne zaman?” diyor, belli ki o günün gelmesini bekliyor.

“Yaaaa...” diyorum kendi kendime, işte böyle oluyor en sonunda; yok nüfus azalmasın, yok oy alalım diye azınlık durumuna gelirse bir toplum, sokakta yürüyen “yerli” kimse kalmıyor, etrafımızda! 100,000 kişiyle hayatı kurabilmek ve idame ettirebilmek varken, 250,000+ kişiyle bu hale geliyor doku, “Vali” ve “20 iyi (?!?) adam” bekleniyor bir yerlerden, getirmesi için memleketi bir yerlere...

Biz de devam edelim, parti transferlerine, üçlü kararnamelere, yerli sektörü yok etmeye... açalım kucağımızı “kardeşlere”... Ne de olsa “gelen Türk, giden Türk” demişti bir politikacı ülkemizde, memleketi gitmiş elden, herhalde alkış tutuyordur şimdi, bulunduğu yerden!

Sevgili Hasan Kahvecioğlu yağmurlu günü özetlerken; "Dünya'da yağmurdan korkan tek toplum olduk!" demişti bana... Bu yağmurlar yağar, sözde siyasetçiler, sözde politikalar üretirken, toplum  olarak yadsıdığımız diğer “yağmurları” merak ediyorum, acaba ne durumda?... Ne zaman vuracak suratımıza?..

10 Aralık 2014 Çarşamba

yağmur

Vadinin tam ortasındayım, iki yanımda dağlara tırmanmak için ayrılan patikalar arasında. Ortadaki düz yolda yürüyorum, sağa sola sapmadan, iki yanımda dağları izliyorum tüm ihtişamlarıyla.

Sanki eski çağlarda yazılmış bir epiğin giriş bölümündeki tasvislere konu olan doğa; şimdi tüm duyularımla karşımda... Sol tarafımda sıra dağlar, gri zirveler bulutlarla kaplı, aydınlanıyor ışık hüzmeleri ile aralarda; siyah ışıkla dans ediyor sanki, güç ve savaşın duygusunda...

Sağ tarafımdaki boz kırlı dağlar ise, güneşli, beyaz bulutlarla. Parlak mavi gökyüzü, sanki bütün hayatı sunuyor gibi toprağa, çağırıyor beni, sessiz bir şarkıyla...

Bir müddet daha, ortada uzanan yolu takip ettikten sonra, patika sağa doğru kıvrılıyor adımlarımın altında. Tam karşımda, mavi gök altında yükselen dağ, gittikçe yaklaşıyor bana...

Uzunca bir süre yol aldıktan sonra, diğer dağı düşünüyorum ardımda, ve dönüp bakmak istiyorum ihtişamına, arkamda. Bulutları bana yaklaşmış ve takip etmiş gibi yüzleşirken sırtımdaki grinin her tonuyla; anlıyorum ki yağan yağmur bendim orada aslında; fırtınalar, şimşekler yaratmış ruhunda.

Bulutları da ben götürmüştüm önceden ona, ve şimdi yürüyordum maviliğin altındaki dağa, yağmak için topraklarına...