Bir heyecan aklımdaki konuyu yazıya dökmeye çalışıyorum;
insanlar, bağlılıklar, hayat üzerine... Düşünmüş, kendimce yorumlamış,
eleştirmiş, yazmaya hazırlanmışım... ve yazıyorum...
Bu esnada bir misafir. Konuyla alakasız. Yazmakta
olduklarımla ilgisi yok. Ama konuştuğumuz şeyler o kadar farklı ki, üzerinde
çalıştığım yazıyı yazmaktan vazgeçiyorum. Neden mi? Çünkü konuyu değil, kendimi
sorgulama zamanı...
Misafirim, özel bir medya şirketinde pazarlama yapıyor, ve
bu işte çok başarılı. Sevdiği işi yapmanın ve bunu paylaşmanın güzel enerjisini
yansıtıyor çevresine... Düşünüyorum “kaçımızda bu enerji var” diye... Çoğumuzda
olsa, “pazartesi sendromu” diye birşey olmaz, her Cuma sosyal medyadaki
statüsler “TGIF” (Thanks God Its Friday/Tanrıya şükürler bugün Cuma) şeklinde
güncellenmezdi. Arkadaş toplantılarının vazgeçilmez konularından biri olan “iş
durumu” hakkında şikayet edilmez, aldığımız maaşa değil yaptığımız işe
odaklanırdık...
İtiraf edelim, çoğumuz hayallerimizi ay sonu alacağımız
“maaş”a satmadık mı?.. Hadi sesli olmasa bile kendinize itiraf edin!..
Kendimizi hep güvende hissetmek istiyoruz. Ama güveni
kendimiz şekillendirmiyor ve yaratmıyoruz. Onu kurumlarda, şirketlerde
arıyoruz. Bu sebeple de Pazartesi enerjimiz kesinlikle “tatsız” oluyor...
Muhakkak bu şirketlerde hayalindeki işi yapanlar da vardır;
şimdi kurunun yanında yaş da yanmasın, ama genelde; dekorasyon, çizim, müzik, takı
tasarımı, moda, bilgisayar oyunları, müzik sistemleri ve niceleri... gibi
konularda duymuyor muyuz “Ben bunu yapsaydım, çok daha mutlu olurdum, ama para
kazanamazdım” diye...
Para kazanmanın güveni bir yana, bu olguya biraz da biz
sığınıyoruz sanki; hayallerimizden vazgeçmenin suçunu azaltmak için üstümüzden...
“Yarın ne olacak?” “Emekliliğim olacak mı?” “Maaş artışı
verecekler mi?” diye... 30 yıl çalışıp, sonra çok mutlu değil ama paralı bir
şekilde hayatımızı sonlandırıyoruz.
Aynı John Lenon’nun anısındaki gibi; “5 yaşındayken annem
bana ‘mutluluğun’ yaşamın anahtarı olduğunu söylerdi hep. Okula gittiğim zaman,
bana büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında; ‘mutlu’ cevabını vermiştim
ben de... Bunun üzerine konuyu anlamadığımı söylemişlerdi bana, cevap olarak
yaşamı anlamadıklarını söylemiştim ben de...”
Evet! Aslında “bizler” yaşamı anlamıyoruz doğru şekilde...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder