23 Eylül 2013 Pazartesi

Seçim... Farkında olmadan...



Hepimiz hayatımızı kazanmaya çalışıyoruz bir şekilde... Kimimiz kendi işini kurmuş çalışıyor gündüz gece, kimimiz özel/devlet sektöründe; sabahın erken saatlerinde, mesai derdinde... Amaç, hayatımızı devam ettirecek, hayallerimizi gerçekleştirmemizde yardımcı olacak “kazanç”!..

Bahsetmek istediğim ise bu “kazanç” yolunda iki seçeneğimiz olduğu...15 yıla yakın farklı sektörlerin bana öğrettiği iki seçenek.

İş yerlerinde, daha doğrusu tüm hayatta, her bir insanın bir “hikayesi”, bir “oyunu” vardır, ve başrol de o insana aittir. Hepimiz kendi hayat hikayemizi yazar, yönetir, oynar, ve er ya da geç final yaparız. Bu hikayelerin oluşmasında iç ve dış etkenler de olsa; hikayeyi nasıl algıladığımız bizim seçimlerimize bağlıdır!

Kazanç amacındaki birinci modelde, ki bunu genellikle kariyerinin başında veya henüz olgunlaşmamış kişiler seçer; kendi başrolünü bırakıp, başka insanların hikayelerinde de başrol oynamaya kalkışma gibi bir durum vardır. Sürekli bir çekişme, muhalefetin amatör hali, herkesin zayıf tarafını görme ve öz eleştiri yapamama tabiri caizse karşılaşılan belirgin semptomlardır.  Bu seçenektekiler, bir türlü “tam mutlu” olamazlar ve oyunlarındaki her sahnede muhakkak bir aksilik yaşarlar.

İkinci seçenektekiler ise; işlerini yaparken, arkalarına yastlanıp diğer oyunları da izlerler. Bu seyirden de zevk alırlar. Başkalarının hikayelerini beğenirler/beğenmezler ama görecekleri, öğrenecekleri birşeyler ararlar... Diğer hikayelere zaman zaman yardımcı oyuncu olarak girseler de, kendi hikayelerini yaşamaya devam ederler.  Muhalefetleri daha profesyonel olmakla birlikte, kişisel değildir. Gülümseyecek donelere muhakkak hikayelerinde yer verirler, böylece kazanç yolunu daha rahat yürürler.

Seçim sadece bizimdir. Nasıl algılamak istersek öyle algılar, nasıl yaşamak istersek öyle yaşarız, yaptığımız seçimlerin belki de farkında olmadan...

Kimin için gözündeki bakış önemlidir mesela?..



Huzur, belki çok da farkında olmadığımız, ama olmazsa yaşamamızı neredeyse imkansız kılan durum... Farkında değiliz belki; huzur hissetmediğimiz ilişkilerimizin hiçbirinin yürüyemediğini bu yaşamda... İşte huzur yoksa; çalıştığımız zamanlar mutsuz oluyoruz mesela, aşkta huzur yoksa; aşk bitiyor, evlilikte huzur yoksa; iki yabancı olunuyor sonunda...Huzur, ilk anda mı hissedilir, sonradan mı oluşur bilemiyorum, ama, olmazsa olamayacağını hayat öğretiyor bize zamanla...

Huzurun temelinde de güven duygusu yatıyor sanırım, ki bu duygu da kolay oluşamayan ve yeterince hassasiyet gösterilmezse, yok olabilen bir durum aslında. Düşünüyorum da; yığınlarla arkadaş, tanıdık arasında ne kadar da az insan huzur veriyor bana!

Sayıyorum... sayıyorum... yok çok fazla değil... yani çok fazla insan güven duygusu yaratmamış bana...  Ama bu 3-5 kişinin varlığının anlamı, yine de çok büyük, diğer tüm insanlarla karşılaştırıldığında... Hissediyorum; dünya bir yana, onlar bir yana!

Kaç kişiye gecenin bir vakti mesaj atıp veya arayıp yardım istersin mesela? İlk anda o gelir seni sakinleştirecek diye aklına? Kaç kişinin önceliği vardır sende? Her telefonunu açar? Her mesajına cevap verirsin, görür görmez anında? Kimin mutlu olması seni mutlu eder? Kimin hüznünü kalbinde hissedersin, seninmiş gibi?.. 

Kim takmaz o gün ne giydiğini? Nasıl göründüğünü? Kimin için gözündeki bakış önemlidir mesela?  Tüm korkularını anlatabilirsin, ve en derin sırlarını, ve aynı zamanda unutursun olası anlaşmazlıkları...

Benzer soruları yazabilirim uzun uzun ama, tüm sorulara vereceğimiz cevap aynı aslında, bir kaç kişi “bir kaç iyi insan” bizim algılamamızda... Çekirdek aileden bahsetmiyorum tabii şu anda, zaten onlarla güven-huzur ilişkisi kurulmamışsa, diğer ilişkileri de etkileyecektir bu durum, ister istemez en sonunda...

Bu yazıyı okurken gelmişse “bir kaç iyi kişi” aklına, hadi bir mesaj at, ve zaman ayır ona, ne de olsa yüzler içinde “bir”, o senin yaşamında...


 

6 Eylül 2013 Cuma

Mutlu musun?..



Bir heyecan aklımdaki konuyu yazıya dökmeye çalışıyorum; insanlar, bağlılıklar, hayat üzerine... Düşünmüş, kendimce yorumlamış, eleştirmiş, yazmaya hazırlanmışım... ve yazıyorum...
Bu esnada bir misafir. Konuyla alakasız. Yazmakta olduklarımla ilgisi yok. Ama konuştuğumuz şeyler o kadar farklı ki, üzerinde çalıştığım yazıyı yazmaktan vazgeçiyorum. Neden mi? Çünkü konuyu değil, kendimi sorgulama zamanı...

Misafirim, özel bir medya şirketinde pazarlama yapıyor, ve bu işte çok başarılı. Sevdiği işi yapmanın ve bunu paylaşmanın güzel enerjisini yansıtıyor çevresine... Düşünüyorum “kaçımızda bu enerji var” diye... Çoğumuzda olsa, “pazartesi sendromu” diye birşey olmaz, her Cuma sosyal medyadaki statüsler “TGIF” (Thanks God Its Friday/Tanrıya şükürler bugün Cuma) şeklinde güncellenmezdi. Arkadaş toplantılarının vazgeçilmez konularından biri olan “iş durumu” hakkında şikayet edilmez, aldığımız maaşa değil yaptığımız işe odaklanırdık...

İtiraf edelim, çoğumuz hayallerimizi ay sonu alacağımız “maaş”a satmadık mı?.. Hadi sesli olmasa bile kendinize itiraf edin!..

Kendimizi hep güvende hissetmek istiyoruz. Ama güveni kendimiz şekillendirmiyor ve yaratmıyoruz. Onu kurumlarda, şirketlerde arıyoruz. Bu sebeple de Pazartesi enerjimiz  kesinlikle “tatsız” oluyor...
Muhakkak bu şirketlerde hayalindeki işi yapanlar da vardır; şimdi kurunun yanında yaş da yanmasın, ama genelde; dekorasyon, çizim, müzik, takı tasarımı, moda, bilgisayar oyunları, müzik sistemleri ve niceleri... gibi konularda duymuyor muyuz “Ben bunu yapsaydım, çok daha mutlu olurdum, ama para kazanamazdım” diye...

Para kazanmanın güveni bir yana, bu olguya biraz da biz sığınıyoruz sanki; hayallerimizden vazgeçmenin suçunu azaltmak için üstümüzden...

“Yarın ne olacak?” “Emekliliğim olacak mı?” “Maaş artışı verecekler mi?” diye... 30 yıl çalışıp, sonra çok mutlu değil ama paralı bir şekilde hayatımızı sonlandırıyoruz.

Aynı John Lenon’nun anısındaki gibi; “5 yaşındayken annem bana ‘mutluluğun’ yaşamın anahtarı olduğunu söylerdi hep. Okula gittiğim zaman, bana büyüyünce ne olmak istediğimi sorduklarında; ‘mutlu’ cevabını vermiştim ben de... Bunun üzerine konuyu anlamadığımı söylemişlerdi bana, cevap olarak yaşamı anlamadıklarını söylemiştim ben de...”

Evet! Aslında “bizler” yaşamı anlamıyoruz doğru şekilde...


Gündem farklı ama...“mutluluklar bizimle, elem yok olsun...”



Suriye’ye müdahale olacak mı? olmayacak mı?.. Mısır’daki iç savaşta son durum ne olacak?.. Bundan tam 50 yıl önce Martin Luther King’in “I have a dream...” konuşmasındaki hayali gerçek oldu mu?.. Bizim memleket politikası ve koalisyon çalışmaları... Bunlar, gündemin sadece küçücük bir kısmı, ama geriye kalanı da pek iç açıcı değil... 

Ne yöne baksak, mutsuz haberler varken, ve geçen günlerde bir arkadaşımla, gündemi tartışıyıorken, nasıl olduysa konuşmamız  “ilişkiler”e rota çevirdi ... Bana “İlişki iyi olacaksa, hiçbir şey yapılmasına gerek yoktur, o kendi akışında olur. Zorlama, sınanma, acı çekme vb şeyler sadece masallarda olur” şeklinde bir inancı olduğunu söyledi. Aslında doğru bir yaklaşım, ancak bizler “zorluk çekmeden güzele ulaşılmaz” inancıyla öyle bir yoğrulmuşuz ki, akışta olmayı ve akışa inanmayı unutmuşuz.

İlla ki bir zorluk olacak, illa üzüleceğiz, dertlenecek, bu derdi arkadaşlarımızla paylaşacağız, içki içecek belki dağıtacağız... Gerçekten doğru giden ilişki böyle mi olmalı?.. Olmamalı!.. İyi bir ilişki su gibi akıp gitmeli, problemler çıksa da, bunlar sıkıntı olmamalı, kolayca çözülmeli, başımızı yastığımıza koyduğumuzda huzursuz olacağımız konular ve şüphelerimiz bizi rahatsız etmemeli. Bunlar varsa, gerçekten karşımızdaki kişinin bizim için doğru olup olmadığını, sadece kalben değil ama beynimizle de yeniden analiz etmemiz gerek!.. Sevgilimiz veya partnerimizin yaptıklarını kontrol etmek, onu takip etmek ve bir ipucu veya delil aramak gibi huylarımız varsa, zaten ilişki maçı kaybediyor demektir! Tabii kıskançlıklar olabilir zaman zaman veya fikir ayrılıkları, ama bunlar ilişkinin geneline yayılmışsa, dikkat! 

Pazar günü evde boş boş yaz gribimle birlikte otururken, eksi bir Türk filmine rast geldim, eski bir aşk filmi. Masallardaki gibi yine zorluklar ve acılarla sınanan sevgililer en son mutlu oluyorlardı ama, arkadaki müzik bence daha vurucuydu:

“...Ağlama arkadaş, ağlama aşk için
Bu kısacık hayatta yaşlar ne için/ Bu günler geri gelmez, gider gençliğin...

Boşver boşver arkadaş, başka bulursun,
Bütün kalbin seviçle, neşeyle dolsun,
En kötü günlerimiz, hep böyle olsun,
Mutluluklar bizimle, elem yok olsun...” (İlhan İrem)