23 Eylül 2014 Salı

“His” “Siz” misiniz?

Bazen insanların hayatlarına bir “his” olarak gireriz... Belki bir şeyler anımsatırız geçmişlerinden, ya da bir dönüm noktası oluruz geleceklerine... Öyle, ya da böyle; bir “his” olur, bir duygu olur, etkileriz yaşamlarını ve yaşam amaçlarını.

İyi ya da kötü, bir his ya da duygu yaratmıyorsa insanlar hayatlarımızda, his-siz olanların anlamı da kalmaz bizim yaşam yolumuzda...

Ne hissediyorsunuz karşınızdakiler için? Nasıl duygular uyandırıyorlar sizde?.. Sevgi? Huzur? Huzursuzluk? Öfke? Neşe? Aşk? Arzu?.. Tiksinme?.. Olmalı isimlendirebileceğiniz duygular o kişilerde... Ama ya hiç bir his uyandırmıyorlarsa sizde!?..

Ne şekilde olursa olsun bir “hiç” duygusu üzerine kuruluysa ilişkileriniz, ya da o noktaya gelmişse yaşananlar... O zaman aslında varlıkları, yoklukları, dedikleri, demedikleri bir anlam taşımaz hayatınızda... Onlar, sıradan birer obje, sadece birer figürandır artık sizin duygu dağarcığınızda...

Durun ve düşünün, ne hissediyorsunuz diye? Yanınızda olmasa bu insanlar, arayacak mısınız onları; sizde yarattıkları duyguları ile? Özleyecek misiniz; sebep oldukları huzursuzlukları bile? Düşünecek, merak edecek misiniz ben onlarda ne hissi uyandırıyorum diye... Yoksa bu sorular bile bir hissizlik mi yaratıyor sizde?!

“Hissetmeden yaşanmaz” dememişler boş yere, hissetmiyor ve hissettirmiyorsanız, tüm laflar boşta, nafile..

10 Eylül 2014 Çarşamba

“Turgut Nereden Koşuyor?”

Kitabı bilenler hatırlayacaklar, Emin Çölaşan’nın “Turgut”unu;  bayağı gündeme oturmuş, ses getirmişti Türkiye ve Kıbrıs’ta, dönemin ANAP iktidarı ve anlatılan yaşanmışlıkları... Tabii kalabalık ülkelerde, Kıbrıs toplumundan farklı olarak, bir kaç kişi sivrilebilir, herkesin gündemine oturabilir ancak; çünkü iyi ya da kötü bir gelişmenin, bir haberin, bir olayın, milyonlar içinden sıyrılabilmesi o kadar da kolay değildir aslında...

Ama bizdeki gibi herkesin herkesi bilmesinin olasılık dahilinde olan nüfuslarda, genelde bir “turgut sendromu” almış başını gitmekte! Herkes sanatçı, herkes ödüllü gazeteci, herkes yazar, çizer, icra eder, herkes büyük patron, herkes en iyi  politikacı, herkes ünlü “celebrity” olarak görülmekte...

Bu ego büyüklüğü, önceleri canımı sıkar, durur, insanlara eski tabiri ile ‘meram anlatmaya’ çalışırdım, dünyada bir yerlere gelebilmenin ne olduğunu; öyle iki kalem oynatma, yerel gazetede bir iki resminin çıkması, bir kaç beğeni almakla ancak “kendi çöplüğünde horoz” olunduğunu... Ama sonra vazgeçtim bu tutumumdan, ve eğlenmeye başladım seyre daldıklarımdan...

Gerçekten bir ‘sit-com’ dizisindeki karakterler gibi “kendi kümesindeki” politikacılar, sanatçı ve “önemli” gruplar, bir yerlerden bir yerlere koşmaktalar... Ama dünya nereden nereye koşuyor anlamamaktalar... Tam bir deney laboratuvarı gibi olan bu topraklarda, eminim izleniyor olsak, güzel hikayeler çıkardı, gerçekten uzak yaşanmışlıklarla...

Bilmeden bilgin, görmeden görgülü olanlarla, uğraşmak da var ama, anlamayana davul zurna az durumlarda, bırakacaksın koşsunlar kendi etraflarında...