19 Ocak 2014 Pazar

Yüzleş(e)me(me)...


Geç bir saatte yatıp, çok erken uyandım bu sabah. Böyle uyanmamın, fiziksel ciddi bir sebebi yoktu aslında; hissettiğim hafif baş ağrısı dışında... Sadece üç saat uyumuş ve gözlerimi açmıştım sessiz karanlığa, başka hiçbir harekette bulunmadan, hiçbir kasımı oynatmadan... İki dakika öncesiyle tek farkım; beynimin ve gözlerimin açık olmasıydı, vücudumun gerisi bi haber bu durumdan...

Sıklaşmaktaydı bu uyukusuzluk durumları; önce altı saatten dörte, sonra üç buçuğa, sonra da üçe düşmüştü süre. Benim için bu, pek de hoş değildi; ve sormaktaydım “niye?” diye...

Sanki beynim, en sessiz ve en rahatsız edilmeyecek zamanlarda; beni uyandırıp, genellikle ertelemeyi tercih ettiğim, ve bir şekilde uyuyarak kaçmak istediğim, o yüzleşmeler için dürtüyordu beni. Sabahın en yalnız saatlerinde, üst üste kahve içmiş ve uyanmış gibi zihnim, tek tek kaçışları çağırıyor “hadi yüzleş” diyordu, “şu anda gidecek yok yerin!”

Yaşamı, kolay ve ‘sorunsuz gibi’ yaşayabilmek için yapıyordum belki de bu kaçışları, ama içimde bir yerlerde, çalışan başka bir mekanizma, benden daha çok çözmek istiyor; halının altına ittiğim her düğümü, çağırıyordu karşıma...

Çocuk gibi gözlerimi sıkıca kapatıp, beynimi susturmaya çalıştım... Düşünmek istemiyordum, karar almak, hareket etmek... Yüzleşememek rutin hale gelmişti ve ben uyku örtüsünün altına saklanmıştım yine, sessizce...

14 Ocak 2014 Salı

Çocuk...


01.01.2014, yerel televizyon kanallarının birinde haber saati; kırmızı paltolu bir kız çocuğu, saçları iki yanda toplanmış, ya 4 ya 5 yaşında, yanındaki adamın elinden tutmuş yürüyor, adam ya babası, ya da dedesi. Büyük bir kapıya doğru yürüyorlar, kapıda ‘Merkezi Cezaevi’ yazıyor. Haber ; yeni yıl sebebiyle yapılan açık görüş...

Kendimi hatırlıyorum o yaşlarda, benim de kırmızı bir paltom vardı sevdiğim, ve babamın elinden tutarak gezdiğim. Tabii hikayeler ve gidilen yerler çok farklıydı ama, ben de o yaştaydım işte, çocuktum, her yetişkin gibi, zamanın bir yerinde...

Kim bilir ne yaşanmıştı haberdeki o kız çocuğun ailesinde; belki annesi hapishanedeydi, belki de babası. Oraya gitmek, görüşeceği yakınını görmek, ne kadar çok önemliydi, ve bu ziyaretin arkasında nasıl bir trajedi vardı... Ama, belki de ödenememiş bir borçtan, o kız çocuğu uzaktı anne ya da babasına... Kim bilir?..

Toplumumuzda, acı, tatlı bir çok hayat var, ama insan kendini, toplumun bireylerinden biri olarak, oluşan acılardan sorumlu tutmamalı mı sizce? Tutmalı!

Yığınla verilen vergiler sonrasında; eğitilmiş bir toplum, iyi şartlarda yaşayan bir toplum olmamalı mı? Olmalı! 1932 doğumlu Ali Dayı’nın trajedisi daha dün sayılacak bir günde maşetteydi, benzer olaylar önlenmemeli mi? Önlenmeli!

Lüks arabalar ve hayatlar, bireysel eğitim ve zenginlikler, bunlar sadece küçük detaylar. Ne kadar gelişmiş ve ‘insan’ olduğumuz ise, genel resme bağlı! Adil ve doğru yönetime, insanlığı ve yaşama saygıyı veren eğitime, halka hizmet için çalışan sistemlere...

Mesela, her iki günde bir haber olan hayvan katliamları?!?!?! “Bu ne yaaaa!!!” diyorum her seferinde!  Nasıl bir caniliktir bu doğaya ve yaşama!.. Ne tarafa dönsek ilkel bir olay görüyor, haber okuyoruz... ve sonra da büyük laflar ediyoruz! Aslında, kendi yalanlarımıza, kendimiz bile inanmıyoruz...

Ve geleceği garanti altına alınamayacak, cahil bir toplumun suçlamalarına maruz kalacak, o masum kız çocuğu; bir gün kırmızı montunu hatırlayacak, saçlarının iki yandan bağlandığını, hayatı o dönemde nasıl algıladığını, nasıl “çocuk” olduğunu...